20 Haziran 2014 Cuma

Dün Gibi

3 hafta kadar önce, çok istediğim okula doğru yol alırken aklıma geldin. Bindiğim otobüsün geçtiği yol üzerinde bir tır gördüm. Üzerinde "SAKA" yazıyordu. Bir dış ticaret ağıymış.
S harfi kuğu gibi tasarlanmış. 14-15 mayısı içine alan, 14 sene önceki o haftasonuna gitti kafam. Elinde kara kaleminle o saman kağıtlara çizdiğin kuğu ve mobilya fabrikamızın markası, SONA'nın yeni logosunu gösteriyordun bana. Hani kuğunun gagası kırmızı, harfler beyaz, zemin lacivert olacaktı. "Bak, nasıl, güzel olmuş mu?" demiştin.
Sen yapardın da güzel olmaz mıydı baba? Sen çizerdin, sen tasarlardın da güzel olmaz mıydı? 8 yaşındaki Bengisu neyi, ne kadar anlasındı ki? Ama sorardın işte. Tek kızındı sonuçta. Evladındı, gelecekte senin gibi bir mobilya tasarımcısı olacağına inandığın.
Gözlerim dolmaya başladı bunları hatırlarken. Yüzümde, senden aldığım genlerden kalan o sivilceye meyilli cildime misafir olanların izlerini kapatmak için sürdüğüm şeyler, üzerinden geçen göz yaşlarımla yol yol silinir, yüksek lisansa başvurmadan önce bilgi almaya gidiyorum, aman "karizmam çizilmesin" diye parmaklarımdan atlatmaya çalıştım gözyaşlarımı. Durdurmaya çalıştım kendimi.
Sonra bir de baktım ki, son bir yılda içimde senden kalan ama benim farkında olmadığım bir uğraşa girmişim. Sen iktisat bitirip, rızkına faizlerle elde edilen şeyler karışmasın, helal olsun kazancın diye bankacılık yapmamışsın. Ben de manevi yönü olmayan, çok dünyevi şeylerle ilgilensem bile, içten içe hep hesaplaşmışım kendimle, "bu doğru mu?" demiş ve zor olsa da sonunda "akademisyen olacağım ben, o zaman ilk adım yüksek lisans" diyerek çıkmıştım o gün o yola. Nasıl güzel bir yüreğin varmış, senin yarın kadar olamadığına inandığım ben bile nasiplenmişim çok şükür.
Ertesi hafta başvuru dosyamı bırakmaya gittim. Döndüğümde akşam saatleriydi ve abim aylar sonra Ankara'dan geldiği, ertesi gün tekrar döneceği için "hadi hep beraber yemeğe çıkalım" diye ısrar ettik anneme. Annem sevmiyor evden çıkmayı pek ama o kadar zorladık ki sonunda çıktık o akşam. Aylar sonra tekrar bir şeyler yaptık hep beraber (ama sensiz).
Ve o gün senin 55.doğumgününmüş. Ben başvurumu o gün yapmışım, biz yine o gün bir anı edinmişiz. Ve o günden 55 sene önce sen doğmuşsun. 14 yıldır ise o günlerde sen yokmuşsun.

Ertesi hafta, en son gittiğimde senin hala hayatta olduğun Ankara'ya gittik abim için. Sen, küçükken çok tembel diye kızardın ona. Bu sefer törenini görelim diye gittiğimiz o en büyük oğlunun sadece bölüm bile değil, fakülte birincisi olduğunu biliyor musun? Bilmem, belki de görüyorsundur, ya da haber veriyorlardır. Bilmem bunlar önemli mi ama hayatta olsan çok gurur duyardın.
İlk o çıktı sahneye, bir grup diğer birinciyle beraber. Odeon tribünlerinin en yukarısından inip, sahneye çıkana, birincilik hediyelerini alıp yerine geçene kadar durmadı gözümden akan yaşlar. Onun verdiği gurur ayrı, senin yokluğunun yarattığı o boşluğun büyüklüğü ayrı, mutlu muydum, içim mi yanıyordu bilemedim.

Şimdi Ramazan çadırı kuruyoruz o yüksek lisans için başvurduğum okulda düzenlenecek şekilde. Konuşmacılar çağıralım dendi. Aklıma Mevlana İdris amca geldi. Hani en son Kozyatağı'ndaki evimizde konuk etmiştik onu, Ahmethan amcaları ve ailelerini. Hayal Dükkanı ve Tehlikeli bir Kipat adlı kitaplarını hediye etmişti benle abime. Hatırlıyorum nedense, ezbere bilir gibi aklımda kalan, kısacık bir cümlesi vardı. "Keşke atılan her kurşun, atana geri dönse, ve ölmese masumlar" diye giden. Hiçbir şeyle ilişkilendiremedim aklımda bu kadar iyi kalmasını, ama hatırlıyorum, sen de oradaydın o akşam. Ne güzel gülüyordun baba. Hala hatırlıyorum.
Mevlana amcama ulaştım birkaç saat önce, internet nasıl büyüdü gitti sen gideli, anlatamam. Düşünsene, en son 17 yıl önce gördüğün insana nasıl ulaşacaksın hemen? Ulaştım işte. Sağolsun, o da hemen ilgilendi. "Nasılsınız hepiniz?" dedi. İçim yine acıdı baba. Biliyorum çünkü böyle yıllar sonra seni bilip bize bu soruyu soranlar hep, "neler yaptınız yokluğunda?" diyorlar o bir kelimelik sorunun arkasında. Anlatıyorum, "çok şükür çok iyiyiz" diyorum ben de. Başım ağrıyor bunları yazarken, çünkü daha ilk cümleden ağlamaya başladım klavye başında. Hani senin on parmak bildiğin, gözlerini bozmasın diye ekranının parlaklığını düşürdüğün o bilgisayarlardan birinde, elimden geldiğince hızlı yazmaya çalışıyorum. Bir şeye yetişir gibi. Ne olduğunu bilmiyorum.

Deseler "14 yıldan fazla olmuş be kızım, insan çoktan unuturdu...". Unutmuyor işte. Yıllar sonra adını söylediğinizde arkasından hemen "çok iyi adamdı" denen baba unutulmuyor. Amcam geçenlerde gençlik fotoğrafını paylaşmış, vefatınla ilgili birşeyler eklemiş yanına. Gençlik fotoğrafı dediğime bakma, sen yaşlanmaya fırsat mı buldun ki? Kalemliğimde vesikalığını bulan tarih hocam "bu kim?" dediğinde, fotoğraftaki adamın babam olduğuna inandıramamıştım. "Ne kadar da gençmiş" demişti. Bilmiyordu çünkü bunu söylediği zamanlardan çok önce veda ettiğini bize. "Evet, öyleydi" demiştim. Benim üniversiteli sevdiceğim sandı seni herhalde. "Babasıymış, biz de inandık" der gibi bakıyordu çünkü bana.

Onu fark ettim, sen vefat ettiğinde doğanlar bu yıl liseye bile başlayacak yaşa geldi. Sen gideli, çok, çok fazla zaman oldu. Çok fazla güzel şey oldu, hiçbirini sana anlatamadım. Rüyalarıma bile gelmedin uzun zamandır, başka nerede, nasıl karşılaşalım?
Çok özlüyorum inan, hala hayattaymışsın gibi çok çok seviyorum seni.

Aklıma her geldiğinde, kafamda yankılanan onlarca cümleden sonra ettiğim dua, "Allah mekanını cennet etsin, bize de orada kavuşmayı nasip etsin".
Amin.