31 Aralık 2013 Salı

Uğurlar Olsun 2013!

İki yıl üst üste senenin öne çıkan olaylarını paylaşarak "yıllık hayat değerlendirmesi" yapmışım, son 42 dakikada 2013'ü özet geçmenin sırası da şimdi geldi.

Neden bilmiyorum ama bu yıl fazlasıyla şey olmasına rağmen hayatımın önceki iki yıl kadar değiştiğini düşünmüyorum. Evet aslında yıllardır beklediğim yıldı 2013, herşeyden önce üniversiteden mezuniyet yılımdı, ama ne oldu yani? Herşey gibi o dönemler de geçti gitti.

Bu yıl, tam da önceki yıl hayalini kurduğum gibi, uyduruk da olsa bir "profesyonel makyaj" belgesi ve eğitimi aldım. Biraz kısmetli oluşum o alanda da işe yaradı ve kursu bitirdiğimin ertesi hafta 3 yabancı modelle, 10 saatlik, tamamen profesyonel bir çekimde çalıştım. İşi yaptıran kişi fotoğraflar çıkınca bu alanda hevesimi kırmak için elinden geleni kendince "kibar" bir dille yazdığı mail atarak yaptı ve hevesimi yerle bir edip üstünde de tepinip gitti. 1-2 ay kadar toparlanma sürecimden sonra bundan vazgeçmemeye karar verdim. Hiçbir şey olmasa, beni çok mutlu eden o inanılmaz yorucu günün anısı var.


Gençlik meclisinde yılın ilk yarısını dolu dolu geçirdim. Sadece üye olduğum komisyonun değil, diğer komisyonların da organizasyonlarında mümkün olduğunca görev aldım, görev almasam katılımcı olarak gittim. Bir sürü güzel insanla tanıştım. Sonra güzel bir iftar yaptık. Şu harika fotoğraf akıllara kazındı.


Yine kendim olmaktan kaçamadım duygularım söz konusu olunca. Yine ortaya çıkmak için uzun süre bekleyen şeyleri tutamadım. Yine konuştum. Bir şey değişmedi ama en azından hiçbir şey olmasa bile kim için risk aldığın önemli diye düşünürüm. Ona da değdiğine göre bir sorun olmadı bu açıdan 2013'te de.
Tabi zerre kadar değmediğini düşündüren birini tanımadım diyemem, ama o da ayrı bir tecrübe oldu.

Mezun oldum! Sanırım en büyük olayı buydu bu yılın. Yılllardır beklediğim üzere.


Aylarca free lance tercümanlık yaptım. Digiturk için yemek programları, belgesellerle uğraştım. Sonra 2 ay bıraktım. Sonra tekrar başladım. İşsizliğe 6 ay boyunca katkıda bulunmuşken tam da beklediğim ve aylarca istediğim üzere 2 hafta kadar önce amcamın yanında, harika bir yerde, sevimli insanlarla, hiçbir sıkıntı duymadan çalışmaya başladım. Baktım çok zamanım artıyor, yemek programı çevirilerini de bırakmadım. İki işi birden götürmek zor oluyor hele biri full time ve özel sektörken ama bir süre böyle gidecek gibi. İstediğim gelir düzeyinde olursa harika olur.

Fred Letailleur yine geldi. Yine görüştük.


Jennifer Lopez'in makyözü Mary Phillips ile irtibatı koparmadık. Tabi ancak Twitter ve İnstagram'da iki satırlık şekilde ama olsun.

Geçtiğimiz aylarda Twitter'dan kendisine ulaşmak istemem üstüne Scarlett Johansson ve Reese Witherspoon'un uzun süredir düzenli olarak işlerini yapan, ünlülerin makyözü Mai Quynh ile Twitter'da DM'den konuşarak çok önemsediğim konularda fikirlerini aldım. Tam da haberleştiğimiz sıralarda Quynh'in ilk Vogue kapağı işi yayınlandı. Bu iş üstüne bu ufak fırsatın bile aslında bir derece hayalimi gerçekleştirmek olduğunu gördüm. Hele ki işini gördüğüm o kapağı görünce çekimde asistanlık yapmışım gibi heyecanlandım.


Son aylarda tekrar, ve hayatımda son kez olduğuna inanarak, diyetisyen desteği almaya başladım. Allah izin verirse 2014'te bu dertten tamamen kurtulacak, alabildiğine sağlıklı ve her istediğini istediği kadar güzelce taşıyan bir genç olacağım. İnanıyorum. 6 yıl önce 4 ayda 18 kilo veren kız, şimdi 10 ayda bütün o fazla kiloları düzeni şekilde verip kurtulabilir. Kurtulacak inşallah. 

2014 için bir sürü planım ve hedefim var. İçimden bir ses bu yılın hayatımın belki de en güzel yılı olacağını söylüyor. İnşallah sevdiğim herkesle, ailemle beraber çok güzel günler görmek kısmet olur. Yıllardır hayalini kurduğum herşeyi o hayal listesinden düşürmek nasip olur umarım.

2014 hepiniz için güzel geçsin. İnsanların böyle anlarda sayılara gerektiğinden fazla anlam yükleyesi geliyor, ben de öyle yaptım. Umarım yüklediğim anlamları boşa çıkarmaz yeni yıl. Kendisini şimdiden öpüyorum.

18 Aralık 2013 Çarşamba

Hugh Jackman ve Filmleri

Merhabalar ve merhabalar efendim. Bu iki yaşından büyük blogumda birkaç parçalık "o ve filmleri" yazı dizisinin devamını getirmemiş olmaktan bir hoşnutsuzluk duyarak son iki yıldaki en büyük favorilerimden Hugh Jackman'i Hugh Jackman yapan o SAÇMA SAPAN X-Men serisi dışındaki birkaç, ve aslında sadece beş, filmini bugün özet geçmek istedim. İçlerinden bir tanesi var ki, benim hayal dünyama ve romantik komedi sever kimliğime fazlasıyla hitap etmişti.

Öncelikle Hugh Jackman takıntım ne zaman ve neden başladı bunu hiç hatırlamıyorum. Ama şunu biliyorum, Prestige muhabbetleri yapıldığında "Hugh Jackman mi, Christian Bale mi?" kıyaslaması her yapıldığında "CHRISTIAN BALE!" derdim. Bunun nedenini de bilmezdim ama şu anki tercihlerime bakılacak olursa yine aynı cevabı verebilir ama yine de Hugh Jackman'i daha çok sevdiğimi de eklerim. 

Hugh Jackman'in tanınırlığı en çok X-Men serisindeki en önemli karakter olan Wolverine'i oynamasından geldi. Ben süper kahraman filmlerini ziyadesiyle saçma bulan, tek takıntısı Batman olan biri olarak X-Men'in tek bir filmini bile izlemedim. Bana göre Hugh Jackman gibi klas bir adam, ellerini yarıp geçen çelik tırnaklarıyla oraya buraya dalacağına, duruşuna, karizmasına yaraşır roller almalıydı. Ben de bundan sebep, bir gün oturdum ve bulabildiğim Jackman filmlerini edindim. 
Karşıma X-Men ve diğer bilimum süper kahraman filmlerinde aldığı roller haricinde rolü bulunan ve başrolde oynadığı 5 tane film çıktı.


Deception, aslında ana karakter olarak Ewan McGregor'ı ele alan bir film. Saftirik bir muhasebecinin çalıştığı firmanın binlerce dolarını kendi hesabına geçirtmek, geçirmediği takdirde de bu saftirik adamın yoluna çıkan ve aşık olduğu Michele Williams'ı öldürme tehdidiyle binbir heybetini gösteren adam da bizim Jackman. Burada tabi ki sevimli bir yanı yoktu Jackman'in. Burada bahsedeceğim beş filmden en sevmediğim bu olmuştu.


Scoop, Scarlett Johansson'ın bir gazetecilik öğrencisi olarak rol aldığı ve karşısına çıkan tuhaf bir "aristokrat"la arasında tuhaf bir ilişkinin ortaya çıkışını anlatan, Woody Allen'ın yazması ve hatta içinde oynamasından da tahmin edilebileceği üzere, tuhaf bir film. Bu filme dair tek hatırladığım Jackman'in karizmasıyla bizleri vurduğu, yani adamın "vay be işte böyle adam da gördünüz mü be" dedirten karizması burada fazlasıyla ortaya çıkarılmış. Bu durumda bu saftirik gazeteci adayının bir cinayet şüphelisi bile olsa adamı arkasında bırakıp koşar adım kaçamaması açıklanabiliyor.


The Fountain dediği zaman aklıma şelaleler, "what if you could live forever?" dediği zaman da ben geliyorum. Tabi buradan ölümsüz olduğum itirafını kaptınız sanmayın, adımın anlamı da "ölümsüzlük suyu" olunca ve bu soruyu karşımda görünce bunu anımsamam çok da tuhaf olmaz. Fakat filme dönersem...
İşte hayatımda izlediğim en tuhaf, en "spiritüel", en bilim kurgu, en ilginç filmlerden biri. Öyle ki filmde karısıyla olan ufak anılarına flashbackler yaşayan bir adam, fani dünyadan göçüp gittiğinde, geçtiği diğer boyuttaki hayatı, oradaki hayatın durgunluğu, oradaki doğadan başka bir şey hatırlamıyorum. Yani "bu film neyle ilgiliydi?" dense bilmem. Zaten izlediğimde de anlamamış olmam muhtemeldir.


İşte şimdi sağlam kartlarımı çıkarıyorum ortaya...
Geçtiğimiz sene "beni sıkmayan müzikaller" listesine bir numaradan giriş yapmış, Oscar adaylıklarına doyamamış Les Misérables, nam-ı diğer Sefiller'deki Jean Valjean rolüyle hani sesine öldüm bittim diyemesem de yine oyunculuğuna hayran bıraktı Jackman. Zaten ilk Oscar adaylığını da kaptı, ödülü alamasa da. Eğer izlemediyseniz hem kadro, hem oyunculuk, hem de can sıkmayan müzikal yapabilme başarısı açısından çok şey kaybetmişsiniz. Ama geç olur, güç olmaz temennimiz daim.


İşte geldik benim favori Jackman filmime...
Leopold adındaki bir 19.yüzyıl baronu karakterini canlandırıyor burada Hugh Jackman. Baronumuz 19.yüzyıldan bir zaman boşluğundan geçerek günümüze geliyor ve tuhaf bir apartmanda Kate ile tanışıyor. Tabi Kate onun geçmişten geldiğine inanamıyor ama bir yandan da birbirlerine benzer duygular hissetmeye başlıyorlar. Sonu mutlu, güzel. Biz Jackmansevergiller bu filmde Jackman'in çizdiği o "saf aşık" tablosuna, o haliyle sevdiği kadına yaklaşımına, o baron kılığıyla saraylardan çıkmayan haline tavrına vurulduk gittik. Tabi içimizde hala bu filmi izlememiş olanlar var ki en az bir Prestige kadar görülmeye değer filmdir bu. Hatta belki bu akşamımı şenlendirebilir tekrar.
Bu özet ilginizi çektiyse üstünden yaklaşık iki sene geçmişken aklımda kalanlara rağmen heyecan yapmışsanız filmi bulun, izleyin, içlenin, rahatlayın arkadaşlar. Tavsiye benden.


Geldik son zamanların en iyi filmlerinden birine...

Bu yazıyı aslında dün gece izlediğim bu filmden hevesle yazdım. Biliyorum Hugh Jackman seven çok ülkemizde, hevesle "şu filmini gördün mü?" diye muhabbetini yapacak bir sürü insan bulabiliyoruz, ama bu film, çok iyi. Çok çok iyi. Kaçırılmayacak, yabana atılamayacak kadar.

Bir şükran günü yemeği için komşularıyla bir araya gelen Dover ailesi'nin küçük kızı Anna, misafirliğe gittikleri Birch ailesinin küçük kızı Joy ile evlerine dönüp kırmızı düdüğünü aramak için babasından izin alıyor. Babasının "gidebilirsiniz ama abin ve Joy'un ablasını da alın" demesi ve üstüne Anna'dan gelen "tamam" cevabı ile o birkaç günlük kaybolma hikayesi başlıyor.
Anna ve Joy'u ortalıkta göremeyince abi ve ablalarını yanına almadıklarını fark eden Keller (Jackman), kızını aramaya çıkıyor. Polisin hemen olay akşamı dahil olduğu aramalarda soruşturmaların istediği gibi ve yeterince efektif olarak gerçekleştirilmediğini düşünen Keller Dover, olayı kendi başına çözmeye çalışıyor. Imdb'deki açıklamasında dediği gibi, bir babanın, kızını kurtarmak için sınırları ne kadar zorlayabileceğini anlatan bu film, 2 ay sonraki Oscar'larda muhtemelen birkaç adaylığa sahip olacak. Senaryo inanılmaz, soruşturmanın başındaki dedektifi canladıran Jake Gyllenhaal ve baba rolündeki Hugh Jackman inanılmaz oynamış. Filmde senaryoyu mükemmelleştiren o kadar ufak detaylar bir araya geliyor ve sizi birkaç dakika önce gördüğünüz şeylerle bağlantı kurmaya zorluyor ki, kurguya hayran kalıyorsunuz. Gerçekten çok çok iyi.
Önümüzdeki cuma günü vizyona girecek olan Prisoners, gece geç vakitte açıp izlememe ve uykumdan fedakarlık etmeme fazlasıyla değdi. Size de sinemada görmenizi şimdiden tavsiye ederim. Hatta fragmanına da şimdiden bakabilirsiniz.


Konumuz olan Hugh Jackman'e dönersek, çok iyi filmleri dendiğinde aklıma Prestige ve Prisoners, benim en sevdiğim filmi dediğimde ise Kate & Leopold geliyor. Ben öyle Wolverine'lerle, Real Steel'larla ekran karşısında tutulacak adam değilim diyorsanız siz de benim gibi, bu üçünü hala görmediyseniz ilk fırsatta izlemekte fayda var.

10 Aralık 2013 Salı

Sanat, Güzellik Yaratmak İçin Mi, Adı Havalı Olduğu İçin Mi?



Yani bu zamanda ancak bu soru. Hani lisedeki "sanat sanat için mi, insan için mi?" sorusunun çağımıza uyarlanmış hali.
Aslında size bu konudaki fikirlerimi aktarma amacım yok bu yazıda. Daha büyük bir derdim var, o da bana bu soruyu sorduran ve verilmesi gereken cevabı çokça savunan "Local Color" adlı filmi size tanıtmak.
Bu film ne bir Batman, ne Açlık Oyunları, ne Forrest Gump, ne bir Piyanist, hiçbiri değil. Hiçbiri kadar "mainstream" olmadı ve vizyona giriş tarihi, konusu ve şöhreti bakımından hiçbir zaman olmayacak da (muhtemelen). Ben de bir gün indirecek film ararken karşılaştım kendisiyle IMDB'de ve çok da izleyeceğime ihtimal vermeden bilgisayarımda bulundurduğum filmler arasına katmak için ilk adımı attım.
Filmde John adındaki genç, resim sanatına duyduğu ilgiden dolayı ailesinden hiç destek görmemesine rağmen sanat okulunda okumak istiyor. Zamanının sanat anlayışı kendisine uymayınca nasıl olduğunu hatırlamadığım bir şekilde tablolarını beğendiği bir ressama yakın oturduğunu öğrenince insanların saçma sapanlaşmış sanat anlayışına isyan ederek yıllardır resim yapmaktan kaçan ressama gidip, kendisini eğitmesini istediğini söylüyor. Adı Nikoli. Adam inatçı, çekilmez, dik kafalı ayyaşın teki. Fakat tabloları da bir o kadar güzel. Ağzı inanılmaz bozuk, tek başına yaşayan bir ihtiyar. Bu tip hikayelerde çok da karşılaşılmayacak tipten bir karakter değil yani. Ama bekleyeceğiniz üzere bu genci eğitmeyi kabul ediyor ve kır evine kısa bir süreliğine gitmeye karar verdiğinde genci de evine davet ediyor. Şimdi aklınıza muhtemelen "adam sapığın teki mi çıktı?" gibi sorular geliyordur ama öyle bir şey yok, merak etmeyin. Zaten öyle bir filmin de benim blogumda ne işi olur, değil mi?
Nikoli'nin kır evinin civarında yaşayan, modern sanatla uğraşan arkadaşı, Nikoli'ye bir gün yöredeki bir sanat yarışmasında jürilik yapma teklifi getiriyor. İşte o yarışma, konu özellikle de resim olunca sanat anlayışımı birebir yansıttığı için beni kırıp geçiren sahneleri yaratmış. Allahtan bir akıllı da bunun videosunu Youtube'a yüklemiş, ve bu yazıyı yazmamı anlamlı kılmış.


İngilizceniz videoyu tamamen anlamaya yeterliyse bu videoyu izlemeden yazının devamını okumayın, zaten çok da önemli şeyler yazmayacağım artık. Fakat adamın yarışmada gördüğü adayların getirdiği deli saçması şeyler yüzünden kafayı yemesi ve "bir gün gidip modern sanat müzesinde bir kova sidiğin bir sanat eseri olarak gösterildiğini görsem hiç şaşırmam" deyişi "BU SENARYOYU YAZANIN AKLINI SEVEYİM, ALNINDAN ÖPEYİM" dedirtmişti bana. Bu filmi izlemeyi bitirdiğim anda bu videonun linkini "favorite"lere kaydetmiş ve bu yazıyı yazmaya karar vermiştim ama aylar geçti, ancak kısmet oluyor.

Eminim bu zamanda saçma sapan şeylere sırf adı güzel diye "artistik değeri var" denmesine rağmen "bunun neresi sanat, neresi "artistik"? Beş yaşındaki kardeşimin eline verin pastel boya ve boş bir kağıt, bundan iyisini yapar" diyecek binler, hatta milyonlarca insan var. Ama bir yandan da özellikle filmin konu aldığı resim sanatında değerli olmanın içi o kadar boşalıyor ki, birileri bundan yedi yıl önce yaptığı bir filmde bir de bu kadar iyi bir oyuncu ile bunu betimlemişken hatırlamamak, fark etmemek, ve hatta beynimize kazımamak elde değil.

Ve zaten, düşünsenize, resme dair tek yaptığı şey çok güzel "replika"lar yapmak olan, benim gibi çok da bilgisiz birinde bile bir farkındalık uyandırıyorsa, bu soruyu sizin de kendi kendinize sormanız çok da zor olmayacaktır bu filmden sonra.
Bazen diyorum işte, saçma sapan ve içi tamamen boş, bize hiçbir şey katmayacak filmler yerine böylelerini izlesek. Ha bu bir şey kattı mı, bilemem, ama bir Alacakaranlık, Açlık Oyunları ya da World War Z'den bin kat anlamlı olduğu da kesin. En azından başlıktaki soruyu sordurdu bana, "Sanat, Güzellik Yaratmak İçin Mi, Adı Havalı Olduğu İçin Mi?"