31 Aralık 2013 Salı

Uğurlar Olsun 2013!

İki yıl üst üste senenin öne çıkan olaylarını paylaşarak "yıllık hayat değerlendirmesi" yapmışım, son 42 dakikada 2013'ü özet geçmenin sırası da şimdi geldi.

Neden bilmiyorum ama bu yıl fazlasıyla şey olmasına rağmen hayatımın önceki iki yıl kadar değiştiğini düşünmüyorum. Evet aslında yıllardır beklediğim yıldı 2013, herşeyden önce üniversiteden mezuniyet yılımdı, ama ne oldu yani? Herşey gibi o dönemler de geçti gitti.

Bu yıl, tam da önceki yıl hayalini kurduğum gibi, uyduruk da olsa bir "profesyonel makyaj" belgesi ve eğitimi aldım. Biraz kısmetli oluşum o alanda da işe yaradı ve kursu bitirdiğimin ertesi hafta 3 yabancı modelle, 10 saatlik, tamamen profesyonel bir çekimde çalıştım. İşi yaptıran kişi fotoğraflar çıkınca bu alanda hevesimi kırmak için elinden geleni kendince "kibar" bir dille yazdığı mail atarak yaptı ve hevesimi yerle bir edip üstünde de tepinip gitti. 1-2 ay kadar toparlanma sürecimden sonra bundan vazgeçmemeye karar verdim. Hiçbir şey olmasa, beni çok mutlu eden o inanılmaz yorucu günün anısı var.


Gençlik meclisinde yılın ilk yarısını dolu dolu geçirdim. Sadece üye olduğum komisyonun değil, diğer komisyonların da organizasyonlarında mümkün olduğunca görev aldım, görev almasam katılımcı olarak gittim. Bir sürü güzel insanla tanıştım. Sonra güzel bir iftar yaptık. Şu harika fotoğraf akıllara kazındı.


Yine kendim olmaktan kaçamadım duygularım söz konusu olunca. Yine ortaya çıkmak için uzun süre bekleyen şeyleri tutamadım. Yine konuştum. Bir şey değişmedi ama en azından hiçbir şey olmasa bile kim için risk aldığın önemli diye düşünürüm. Ona da değdiğine göre bir sorun olmadı bu açıdan 2013'te de.
Tabi zerre kadar değmediğini düşündüren birini tanımadım diyemem, ama o da ayrı bir tecrübe oldu.

Mezun oldum! Sanırım en büyük olayı buydu bu yılın. Yılllardır beklediğim üzere.


Aylarca free lance tercümanlık yaptım. Digiturk için yemek programları, belgesellerle uğraştım. Sonra 2 ay bıraktım. Sonra tekrar başladım. İşsizliğe 6 ay boyunca katkıda bulunmuşken tam da beklediğim ve aylarca istediğim üzere 2 hafta kadar önce amcamın yanında, harika bir yerde, sevimli insanlarla, hiçbir sıkıntı duymadan çalışmaya başladım. Baktım çok zamanım artıyor, yemek programı çevirilerini de bırakmadım. İki işi birden götürmek zor oluyor hele biri full time ve özel sektörken ama bir süre böyle gidecek gibi. İstediğim gelir düzeyinde olursa harika olur.

Fred Letailleur yine geldi. Yine görüştük.


Jennifer Lopez'in makyözü Mary Phillips ile irtibatı koparmadık. Tabi ancak Twitter ve İnstagram'da iki satırlık şekilde ama olsun.

Geçtiğimiz aylarda Twitter'dan kendisine ulaşmak istemem üstüne Scarlett Johansson ve Reese Witherspoon'un uzun süredir düzenli olarak işlerini yapan, ünlülerin makyözü Mai Quynh ile Twitter'da DM'den konuşarak çok önemsediğim konularda fikirlerini aldım. Tam da haberleştiğimiz sıralarda Quynh'in ilk Vogue kapağı işi yayınlandı. Bu iş üstüne bu ufak fırsatın bile aslında bir derece hayalimi gerçekleştirmek olduğunu gördüm. Hele ki işini gördüğüm o kapağı görünce çekimde asistanlık yapmışım gibi heyecanlandım.


Son aylarda tekrar, ve hayatımda son kez olduğuna inanarak, diyetisyen desteği almaya başladım. Allah izin verirse 2014'te bu dertten tamamen kurtulacak, alabildiğine sağlıklı ve her istediğini istediği kadar güzelce taşıyan bir genç olacağım. İnanıyorum. 6 yıl önce 4 ayda 18 kilo veren kız, şimdi 10 ayda bütün o fazla kiloları düzeni şekilde verip kurtulabilir. Kurtulacak inşallah. 

2014 için bir sürü planım ve hedefim var. İçimden bir ses bu yılın hayatımın belki de en güzel yılı olacağını söylüyor. İnşallah sevdiğim herkesle, ailemle beraber çok güzel günler görmek kısmet olur. Yıllardır hayalini kurduğum herşeyi o hayal listesinden düşürmek nasip olur umarım.

2014 hepiniz için güzel geçsin. İnsanların böyle anlarda sayılara gerektiğinden fazla anlam yükleyesi geliyor, ben de öyle yaptım. Umarım yüklediğim anlamları boşa çıkarmaz yeni yıl. Kendisini şimdiden öpüyorum.

18 Aralık 2013 Çarşamba

Hugh Jackman ve Filmleri

Merhabalar ve merhabalar efendim. Bu iki yaşından büyük blogumda birkaç parçalık "o ve filmleri" yazı dizisinin devamını getirmemiş olmaktan bir hoşnutsuzluk duyarak son iki yıldaki en büyük favorilerimden Hugh Jackman'i Hugh Jackman yapan o SAÇMA SAPAN X-Men serisi dışındaki birkaç, ve aslında sadece beş, filmini bugün özet geçmek istedim. İçlerinden bir tanesi var ki, benim hayal dünyama ve romantik komedi sever kimliğime fazlasıyla hitap etmişti.

Öncelikle Hugh Jackman takıntım ne zaman ve neden başladı bunu hiç hatırlamıyorum. Ama şunu biliyorum, Prestige muhabbetleri yapıldığında "Hugh Jackman mi, Christian Bale mi?" kıyaslaması her yapıldığında "CHRISTIAN BALE!" derdim. Bunun nedenini de bilmezdim ama şu anki tercihlerime bakılacak olursa yine aynı cevabı verebilir ama yine de Hugh Jackman'i daha çok sevdiğimi de eklerim. 

Hugh Jackman'in tanınırlığı en çok X-Men serisindeki en önemli karakter olan Wolverine'i oynamasından geldi. Ben süper kahraman filmlerini ziyadesiyle saçma bulan, tek takıntısı Batman olan biri olarak X-Men'in tek bir filmini bile izlemedim. Bana göre Hugh Jackman gibi klas bir adam, ellerini yarıp geçen çelik tırnaklarıyla oraya buraya dalacağına, duruşuna, karizmasına yaraşır roller almalıydı. Ben de bundan sebep, bir gün oturdum ve bulabildiğim Jackman filmlerini edindim. 
Karşıma X-Men ve diğer bilimum süper kahraman filmlerinde aldığı roller haricinde rolü bulunan ve başrolde oynadığı 5 tane film çıktı.


Deception, aslında ana karakter olarak Ewan McGregor'ı ele alan bir film. Saftirik bir muhasebecinin çalıştığı firmanın binlerce dolarını kendi hesabına geçirtmek, geçirmediği takdirde de bu saftirik adamın yoluna çıkan ve aşık olduğu Michele Williams'ı öldürme tehdidiyle binbir heybetini gösteren adam da bizim Jackman. Burada tabi ki sevimli bir yanı yoktu Jackman'in. Burada bahsedeceğim beş filmden en sevmediğim bu olmuştu.


Scoop, Scarlett Johansson'ın bir gazetecilik öğrencisi olarak rol aldığı ve karşısına çıkan tuhaf bir "aristokrat"la arasında tuhaf bir ilişkinin ortaya çıkışını anlatan, Woody Allen'ın yazması ve hatta içinde oynamasından da tahmin edilebileceği üzere, tuhaf bir film. Bu filme dair tek hatırladığım Jackman'in karizmasıyla bizleri vurduğu, yani adamın "vay be işte böyle adam da gördünüz mü be" dedirten karizması burada fazlasıyla ortaya çıkarılmış. Bu durumda bu saftirik gazeteci adayının bir cinayet şüphelisi bile olsa adamı arkasında bırakıp koşar adım kaçamaması açıklanabiliyor.


The Fountain dediği zaman aklıma şelaleler, "what if you could live forever?" dediği zaman da ben geliyorum. Tabi buradan ölümsüz olduğum itirafını kaptınız sanmayın, adımın anlamı da "ölümsüzlük suyu" olunca ve bu soruyu karşımda görünce bunu anımsamam çok da tuhaf olmaz. Fakat filme dönersem...
İşte hayatımda izlediğim en tuhaf, en "spiritüel", en bilim kurgu, en ilginç filmlerden biri. Öyle ki filmde karısıyla olan ufak anılarına flashbackler yaşayan bir adam, fani dünyadan göçüp gittiğinde, geçtiği diğer boyuttaki hayatı, oradaki hayatın durgunluğu, oradaki doğadan başka bir şey hatırlamıyorum. Yani "bu film neyle ilgiliydi?" dense bilmem. Zaten izlediğimde de anlamamış olmam muhtemeldir.


İşte şimdi sağlam kartlarımı çıkarıyorum ortaya...
Geçtiğimiz sene "beni sıkmayan müzikaller" listesine bir numaradan giriş yapmış, Oscar adaylıklarına doyamamış Les Misérables, nam-ı diğer Sefiller'deki Jean Valjean rolüyle hani sesine öldüm bittim diyemesem de yine oyunculuğuna hayran bıraktı Jackman. Zaten ilk Oscar adaylığını da kaptı, ödülü alamasa da. Eğer izlemediyseniz hem kadro, hem oyunculuk, hem de can sıkmayan müzikal yapabilme başarısı açısından çok şey kaybetmişsiniz. Ama geç olur, güç olmaz temennimiz daim.


İşte geldik benim favori Jackman filmime...
Leopold adındaki bir 19.yüzyıl baronu karakterini canlandırıyor burada Hugh Jackman. Baronumuz 19.yüzyıldan bir zaman boşluğundan geçerek günümüze geliyor ve tuhaf bir apartmanda Kate ile tanışıyor. Tabi Kate onun geçmişten geldiğine inanamıyor ama bir yandan da birbirlerine benzer duygular hissetmeye başlıyorlar. Sonu mutlu, güzel. Biz Jackmansevergiller bu filmde Jackman'in çizdiği o "saf aşık" tablosuna, o haliyle sevdiği kadına yaklaşımına, o baron kılığıyla saraylardan çıkmayan haline tavrına vurulduk gittik. Tabi içimizde hala bu filmi izlememiş olanlar var ki en az bir Prestige kadar görülmeye değer filmdir bu. Hatta belki bu akşamımı şenlendirebilir tekrar.
Bu özet ilginizi çektiyse üstünden yaklaşık iki sene geçmişken aklımda kalanlara rağmen heyecan yapmışsanız filmi bulun, izleyin, içlenin, rahatlayın arkadaşlar. Tavsiye benden.


Geldik son zamanların en iyi filmlerinden birine...

Bu yazıyı aslında dün gece izlediğim bu filmden hevesle yazdım. Biliyorum Hugh Jackman seven çok ülkemizde, hevesle "şu filmini gördün mü?" diye muhabbetini yapacak bir sürü insan bulabiliyoruz, ama bu film, çok iyi. Çok çok iyi. Kaçırılmayacak, yabana atılamayacak kadar.

Bir şükran günü yemeği için komşularıyla bir araya gelen Dover ailesi'nin küçük kızı Anna, misafirliğe gittikleri Birch ailesinin küçük kızı Joy ile evlerine dönüp kırmızı düdüğünü aramak için babasından izin alıyor. Babasının "gidebilirsiniz ama abin ve Joy'un ablasını da alın" demesi ve üstüne Anna'dan gelen "tamam" cevabı ile o birkaç günlük kaybolma hikayesi başlıyor.
Anna ve Joy'u ortalıkta göremeyince abi ve ablalarını yanına almadıklarını fark eden Keller (Jackman), kızını aramaya çıkıyor. Polisin hemen olay akşamı dahil olduğu aramalarda soruşturmaların istediği gibi ve yeterince efektif olarak gerçekleştirilmediğini düşünen Keller Dover, olayı kendi başına çözmeye çalışıyor. Imdb'deki açıklamasında dediği gibi, bir babanın, kızını kurtarmak için sınırları ne kadar zorlayabileceğini anlatan bu film, 2 ay sonraki Oscar'larda muhtemelen birkaç adaylığa sahip olacak. Senaryo inanılmaz, soruşturmanın başındaki dedektifi canladıran Jake Gyllenhaal ve baba rolündeki Hugh Jackman inanılmaz oynamış. Filmde senaryoyu mükemmelleştiren o kadar ufak detaylar bir araya geliyor ve sizi birkaç dakika önce gördüğünüz şeylerle bağlantı kurmaya zorluyor ki, kurguya hayran kalıyorsunuz. Gerçekten çok çok iyi.
Önümüzdeki cuma günü vizyona girecek olan Prisoners, gece geç vakitte açıp izlememe ve uykumdan fedakarlık etmeme fazlasıyla değdi. Size de sinemada görmenizi şimdiden tavsiye ederim. Hatta fragmanına da şimdiden bakabilirsiniz.


Konumuz olan Hugh Jackman'e dönersek, çok iyi filmleri dendiğinde aklıma Prestige ve Prisoners, benim en sevdiğim filmi dediğimde ise Kate & Leopold geliyor. Ben öyle Wolverine'lerle, Real Steel'larla ekran karşısında tutulacak adam değilim diyorsanız siz de benim gibi, bu üçünü hala görmediyseniz ilk fırsatta izlemekte fayda var.

10 Aralık 2013 Salı

Sanat, Güzellik Yaratmak İçin Mi, Adı Havalı Olduğu İçin Mi?



Yani bu zamanda ancak bu soru. Hani lisedeki "sanat sanat için mi, insan için mi?" sorusunun çağımıza uyarlanmış hali.
Aslında size bu konudaki fikirlerimi aktarma amacım yok bu yazıda. Daha büyük bir derdim var, o da bana bu soruyu sorduran ve verilmesi gereken cevabı çokça savunan "Local Color" adlı filmi size tanıtmak.
Bu film ne bir Batman, ne Açlık Oyunları, ne Forrest Gump, ne bir Piyanist, hiçbiri değil. Hiçbiri kadar "mainstream" olmadı ve vizyona giriş tarihi, konusu ve şöhreti bakımından hiçbir zaman olmayacak da (muhtemelen). Ben de bir gün indirecek film ararken karşılaştım kendisiyle IMDB'de ve çok da izleyeceğime ihtimal vermeden bilgisayarımda bulundurduğum filmler arasına katmak için ilk adımı attım.
Filmde John adındaki genç, resim sanatına duyduğu ilgiden dolayı ailesinden hiç destek görmemesine rağmen sanat okulunda okumak istiyor. Zamanının sanat anlayışı kendisine uymayınca nasıl olduğunu hatırlamadığım bir şekilde tablolarını beğendiği bir ressama yakın oturduğunu öğrenince insanların saçma sapanlaşmış sanat anlayışına isyan ederek yıllardır resim yapmaktan kaçan ressama gidip, kendisini eğitmesini istediğini söylüyor. Adı Nikoli. Adam inatçı, çekilmez, dik kafalı ayyaşın teki. Fakat tabloları da bir o kadar güzel. Ağzı inanılmaz bozuk, tek başına yaşayan bir ihtiyar. Bu tip hikayelerde çok da karşılaşılmayacak tipten bir karakter değil yani. Ama bekleyeceğiniz üzere bu genci eğitmeyi kabul ediyor ve kır evine kısa bir süreliğine gitmeye karar verdiğinde genci de evine davet ediyor. Şimdi aklınıza muhtemelen "adam sapığın teki mi çıktı?" gibi sorular geliyordur ama öyle bir şey yok, merak etmeyin. Zaten öyle bir filmin de benim blogumda ne işi olur, değil mi?
Nikoli'nin kır evinin civarında yaşayan, modern sanatla uğraşan arkadaşı, Nikoli'ye bir gün yöredeki bir sanat yarışmasında jürilik yapma teklifi getiriyor. İşte o yarışma, konu özellikle de resim olunca sanat anlayışımı birebir yansıttığı için beni kırıp geçiren sahneleri yaratmış. Allahtan bir akıllı da bunun videosunu Youtube'a yüklemiş, ve bu yazıyı yazmamı anlamlı kılmış.


İngilizceniz videoyu tamamen anlamaya yeterliyse bu videoyu izlemeden yazının devamını okumayın, zaten çok da önemli şeyler yazmayacağım artık. Fakat adamın yarışmada gördüğü adayların getirdiği deli saçması şeyler yüzünden kafayı yemesi ve "bir gün gidip modern sanat müzesinde bir kova sidiğin bir sanat eseri olarak gösterildiğini görsem hiç şaşırmam" deyişi "BU SENARYOYU YAZANIN AKLINI SEVEYİM, ALNINDAN ÖPEYİM" dedirtmişti bana. Bu filmi izlemeyi bitirdiğim anda bu videonun linkini "favorite"lere kaydetmiş ve bu yazıyı yazmaya karar vermiştim ama aylar geçti, ancak kısmet oluyor.

Eminim bu zamanda saçma sapan şeylere sırf adı güzel diye "artistik değeri var" denmesine rağmen "bunun neresi sanat, neresi "artistik"? Beş yaşındaki kardeşimin eline verin pastel boya ve boş bir kağıt, bundan iyisini yapar" diyecek binler, hatta milyonlarca insan var. Ama bir yandan da özellikle filmin konu aldığı resim sanatında değerli olmanın içi o kadar boşalıyor ki, birileri bundan yedi yıl önce yaptığı bir filmde bir de bu kadar iyi bir oyuncu ile bunu betimlemişken hatırlamamak, fark etmemek, ve hatta beynimize kazımamak elde değil.

Ve zaten, düşünsenize, resme dair tek yaptığı şey çok güzel "replika"lar yapmak olan, benim gibi çok da bilgisiz birinde bile bir farkındalık uyandırıyorsa, bu soruyu sizin de kendi kendinize sormanız çok da zor olmayacaktır bu filmden sonra.
Bazen diyorum işte, saçma sapan ve içi tamamen boş, bize hiçbir şey katmayacak filmler yerine böylelerini izlesek. Ha bu bir şey kattı mı, bilemem, ama bir Alacakaranlık, Açlık Oyunları ya da World War Z'den bin kat anlamlı olduğu da kesin. En azından başlıktaki soruyu sordurdu bana, "Sanat, Güzellik Yaratmak İçin Mi, Adı Havalı Olduğu İçin Mi?"

13 Kasım 2013 Çarşamba

Lady Gaga - Artpop : Nasıl Olmuş?

Özet isteyenler olur diye direkt girişten sorunun cevabını vereyim: güzel olmuş arkadaşlar.

Şimdi malumunuz Lady Gaga deyince akla şarkılarından önce o saçma sapan ve fazlasıyla müstehcen imajı geliyor. Sırf bu sebepten, sahne şovlarından ve kliplerinden dolayı kendisinden koşar adım kaçanlar var. Ben de onaylamadığım ve blogumda yer almasını istemediğim için albümün kapak görselini bu yazıya yerleştirmeyeceğim.
Benim Lady Gaga ile tanışmam büyük çoğunluk gibi Poker Face ile oldu. Sonrasını ben de hatırlamam fakat demem gerekiyor ki düzenli takip ettiğim ve bilmediğim şarkısı pek olmayan şarkıcılardandır bu tuhaf şahıs.

Artpop albümünün çıkış tarihini takip ettiğim, "geldi mi, geliyor mu?" dediğim yoktu açıkçası. Fakat bu "İmajını Zeki Müren'den Çaldı!" geyiğiyle interneti kasıp kavurması üstüne en azından Applause diye bir single ın ortaya çıktığını görmüştüm. 


"Single üzerine illa albüm gelir!" mantığıyla yaklaşmayınca sadece görmekle kaldım ve hatta albümü bilgisayarıma teşrif ettirene kadar meraklanıp kendisini hiç dinlemedim ama artık albümü genel olarak biliyorum ve bu durumda Applause is no exception.

Yeni albümlere ilk yaklaşımım genel anlamda çıkmaları için şarkıcıların bizi beklettikleri süreye değip değmediğini yorumlamakla başlar. Bu durumda sanırım 2 yıldan fazladır beklediğimiz bu albümün beklentilere değdiğini söyleyebilirim. Ben albümü ilk kez dinleyeceğim zaman hani aradan bu tarz ortalama ya da uzun zaman geçiren şarkıcılarda hep yaşadığım gibi "acaba tarzımı yenileyeyim diye düşünmüş mü? Böyle düşünürken saçmalamış mı?" diye bir endişeyle yaklaştım. Fakat THANK GOD Lady Gaga şarkıları aynen sevdiğim gibiydi. Yine fazlasıyla yüksek ritimler. Albümde yine bir tane sadece müziğine ve ritmine, bir tane geneline, bir tane de sadece sözüne bayıldığım şarkı var. Bunları bu albümü dolu dolu bir haftadır dinledikten sonra söylüyorum. Bu yüzden piyasaya gireli 2 gün olmuşken kendinizi çok yormanız gerekmeyecek.

Haydi o zaman albüm sırasına göre favorilerimi görmeye başlayalım!


Öncelikle "şu ses kayıtlı video için Vevo'da kullanılan görsel bile ne kadar tuhaf" demekten kendimi alamadım. Fakat daha düzgün görsel bulamıyorum, bununla idare edeceksiniz. Bu kadının saçma "artwork"lerini savunmak gibi bir amacım zaten yok, hem buna vaktim de yok. Siz sadece şarkıya bakın.

Venus bana göre albümün en güzel ve anında akılda kalan şarkılarından biri. Lady Gaga'nın en sevdiğim şarkısı olabilir kendisi, şimdiye kadar çıkardığı bütün albümler içerisinde diyorum hatta. O kadar da iddialıyım!
Bence kesinlikle dinlenmeli.

Albümde sözleriyle favorim olan şarkı da Gypsy.


Şu canlı performansa bakıp bu kadının sesine laf etmek mümkün değil, edenler varsa hemen şimdi bu yazıyı okumayı bıraksın çünkü zaten başlayarak okunma sayısını arttırdınız ve istediğim şeyi yaptınız bile. Zamanınızın geri kalanını size bırakıyorum.

Ritmiyle favorim olan şarkı da dinledikçe sevdiğim Swine oldu. İki saattir adam gibi bir versiyonunu arıyorum ama bulamadım, üç beş kişinin okuyacağı yazı için kafayı yemeye değmez diye onu dinlemek için bir yol bulmayı size bırakıyorum. Ya da olmadı "ben illa dinliycem ya sen nerden dinliyorsun?" demek için yorum bırakırsınız, özele gelirim.
(özellikle "dinleyeceğim" yazmadım çünkü bu zamanda öyle o kadar düzgün konuşan kalmadı. En azından konu Lady Gaga diye bu yazıyı okumak için linke herhangi bir yerden tıklayanların o kesime gireceğine ihtimal vermiyorum, no offense)

Bu adını verdiğim ve ikisini paylaştığım 3 şarkı haricinde Aura, Sexxx Dreams, G.U.Y ve Do What You Want da albüm sırasına göre atlamadan dinlediklerimden. Geri kalan şarkıların hiçbirini bilgisayar başındayken yaptığım playliste atmıyorum, size öyle diyeyim, siz anlayın.

Geleneğimi bozmadan albüm ülkemize gelse de ALMAYACAĞIM çünkü şarkılarını sevsem de imajına para kazandırmayacağım bir yaratıkla karşı karşıyayız. (Bkz: Rihanna için de aynı muameleyi gösteriyorum)
Siz yine de dinleyin, gelip favorilerinizi paylaşın mesela benimle. Müzik muhabbeti her zaman güzeldir.


10 Kasım 2013 Pazar

Lise Yıllarında Müzik Anlayışı: Kimdim Ben?

Üniversitede bitirdiğim bölümden de anlaşılacak olur ki lisede dil alanını tercih etmiştim. Biz, süper liseden anadolu lisesine dönen lisemizde kendi dönemimizin tek dil sınıfının sekiz kişisi, ve genellikle kıyafetlerimize fazla "okul kurallarına aykırı" eklemeler yapan, resmi kılığa göre ayakkabı seçilmesi zorunluyken her sabah giydiğimiz Converse yüzünden çekilmekten korkan ama öğretmenlerin gözünden kaçma ihtimalimizle bir adrenalin patlaması yaşayarak sırayı yürüyüp okula giren sekiz öğrenciydik. Nasıl olmuş bilmem ama herkes kendi zevkine göre her türlü boşlukta müzik dinlerdi. Ki benim müziğe olan takıntılı sevdam daha eğitim hayatıma ilkokul 1'le başlar başlamaz MCM ve MTV izleyerek büyümemden gelir.

Lisede nedense pek asi hallerimizle bir de yabancı dile yatkınlığımızla yabancı rock dinlerdik. Ben hep böyle olmadım aslında ama lise 2 gibi Muse'la tanıştım. Nasıl oldu onu hiç hatırlamıyorum, yani hangi şarkısı ilkti? Ama öylesine bağlanmışım ki kendilerine, doğumgünümde annem Black Holes and Revelations albümünün cd sini hediye olarak almıştı (yanında Justin Timberlake'in ikinci albümüyle beraber).

Sonra lise 3'e geçtiğim yaz eve PlayStation 2 girdi. Ve o yaz kardeşimin aldığı milyon oyundan biri benim şimdiye kadar oynadığım en favori video oyunum olan SSX On Tour'du.
EA Games'in yarattığı SSX On Tour, bir snowboarding oyunuydu. Şampiyonalar vardı. Ve EA Games'in çıkardığı spor oyunlarının çoğunda olduğu gibi yine mükemmel bir soundtrack listesi.
Bu listeden en takıntılı dinlediğim şarkı Billy Talent'ın Red Flag adlı şarkısıydı. Şarkı bittikçe oyunu durdurup listeyi açar ve yine onu çalmaya başlardım.


Ama aslında yine aynı yaz Antalya'da ananemlerde kalırken MTV'de her beş videoda bir çıkarırmış gibi durmadan çaldıkları Surrender adlı o inanılmaz naif ve kırılgan şarkı ile girmişti Billy Talent hayatıma. 
Şu ana kadar hiç dinlemediyseniz kaybolup giden yıllarınızı bir telafi edelim.


Billy Talent'ın bildiğim bu iki şarkısı beni grubun diğer şarkılarını ve albümlerinin tamamını araştırmaya yöneltti. Ve bir sürü şarkısını bildiğim, tanışır tanışmaz pek sevdiğim bu grubun benim için en özel ve anlamlı şarkısı Pins and Needles oldu.


Daha sonra sınıftaki iki erkek arkadaşımızın takıntıyla dinlediği Rammstein ile tanıştım. Tabi onların takıntılı derecede sevdikleri grubu başkalarına da sevdirme isteğine sonunda teslim olarak "tamam ya bir deneyeyim en azından" diye (sanırım) Du Hast ile girdim Rammstein deryasına da. Aslında şarkılarını çoğunlukla ayırmadan dinlerdim fakat en sevdiğim ve özellikle de yolda beni en gaza getiren, sözlerinin ne anlama geldiğini hiç bilmesem de Tier'di.


Rammstein'ın arkasından asıl adamlar ve hala arada nostalji yapmak için açıp dinlediğim Disturbed geldi. Lise yıllarımdan bana müziğe dair kalan en güzel şeyin bu grup olduğunu söyleyebilirim.
Muhtemelen yaptıkları bütün şarkıları biliyorum fakat benim için en iyilerini sonlara doğru tanıdım. Yine de "Yeni Başlayanlar için Disturbed" dendiğinde kendimi de hatırlayarak aklıma Down With The Sickness'den başkası gelmez.


Ah tabi bir de Guitar Hero severlerin ve fanatiklerinin fazlasıyla yakından tanıdığı bu Disturbed şarkısını da unutmamak gerek.


Benim için en favori iki şarkım muhtemelen varlığından haberdar bile değilken dinlediğim tüm Disturbed şarkılarından aylar sonra gelen, o muhteşem sözlere ve özellikle de nakarata sahip Enough,


...ve bana göre en iyi Disturbed şarkısı olan Haunted.
Hiçbiri için olmasa da bunun için zaman ayırın ve bir kez de olsa dinleyin.


Şu anda en severek ve heyecanla takip ettiğim müzisyen ve grupların başında Justin Timberlake, Rihanna, Lady Gaga, Maroon 5 ve One Republic geliyor. İnsan kıyaslamaya gidince "nereden nereye?" diyor ama lisedeyken dinlediğim bu türe bakınca "acaba hayata karşı ne gibi bir tutum içerisindeymişim? İnsanlara ağız burun kırma amaçlı dalasım geliyor muymuş, derdim neymiş de psikolojim bozukmuş gibi bu kadar saçma şeyler dinlemişim?" dediğim çok oldu üniversiteyle beraber müzik zevkim de liseden önceki zamanlardaki haline dönünce.

Tuhaf geliyor ama lisede böyleydik işte. Şimdi dinlediklerime bakan muhtemelen bizim lisedeki müzik öğretmenimizin o zamanlar Rammstein dinlediğimizi duyduğunda "ben de lisedeyken bunları dinlerdim" demesi üstüne "nasıl yani, sonra hiç dinlememiş mi?" diye düşünmeme şaşırır. Ama cidden dönemlik takıntılarmış bunlar. Sisteme karşı geleceğiz diye babet ya da makosen yerine Converse'lerimizle okula gireceğiz derdine dinledik herhalde bunları da. Formalarımızın üstüne giydiğimiz spor ceketlerle, hırkalarla kendimizce kattığımız o havayla beraber, dinlediğimiz müzikle de bir tavır almak istedik diye düşünüyorum ancak.
Yoksa bilmem başka açıklaması olur mu?

Ama o zamanlar geçmiş. İyi ki de geçmiş. Şimdi arada açıp hala güzel gelen Disturbed ile yâd etmek yetiyor da artıyor bile.

15 Temmuz 2013 Pazartesi

Herşey Acele



"Herşey acele". Birileri çeviri aldığım prodüksiyon şirketindekilerin iş verirken en çok kullandığı bu iki kelimelik, düzeni özetleyen cümleyi kurmuş bugün. Katılmaktan kendimi alamadım.
Pazartesi aldığın iş Çarşamba sabahına teslim edilir. Çarşamba alınan Cumaya. Tek sayıdan diğer teke atlaya atlaya gidin işte. Ve geç kalamadığınızı düşünün. En az 5 mail alıp üç dört kez de arandığınızı düşünün işi tamamen halledene kadar. Öyle bir acele.
Sabır. Sabra geliyorum buradan. Her bir sıkıntıdan sonra görülen "artık olsun ya!" hali.
Mezun olmak ve işe girmek gibi. Sanki okulun hemen ardından işe girmek mümkün oluyor.
Seçeneklerim: tercüme ya da öğretmenlik yapmak. Bitirdiğim bölümden ancak bu kadar. Oysa tercüme işini gerçekten sevmiyorum. Yapmamın tek nedeni ekonomik bağımsızlığın öneminin fazlasıyla farkında olmam. Şu evde binbir masraf varken ve bunu omuzlanan tek kişi annemken mümkün olduğunca ona kalan yükümü hafifletmek istemem.
Bir şey istediğim zaman annemden o anki maddi durumu bilmeden istemek değil de, birikim yapıp, kendi gelirimle alabileceğimi bilme hissinin gerekliliğine olan inancım. Dışarı çıkacağım zaman bir harcama yapacak olsam cüzdanımın boş olmayacağını bilip, kendimi güvende hissetme ihtiyacım. Bu aslında tek derdim. Ama ne öğretmen olur benden, ki denemedim değil, ne de gönüllü bir tercüman.
Derken yine döndük bugün "herşey acele" olan o mekandan iş almak üzere.

Mezun olmak ve işe girmek diyorduk. Bazen aslında lisans bitirir bitirmez bir yüksek lisansla devam etme isteğiniz yoksa ve öncesinde biraz çalışacaksanız, tanıdık tanımadık, okuyan, mezun, hiç okumamış herkes "e ne oldu, işe girdin mi, ne yapacaksın, iş var mı" diye tamamen aynı kapıya çıkan sorular getiriyor karşıma. Sırf bu baskı üstünden "kısmet" algısıyla hareket edemeyip bir zaman sonra kaderle inatlaşma haline giriyorum. "Tamam sen düzenli bir iş istiyorsun, elinden geleni yaptın da, sağlam torpilin olmadan o kadar kolay mı?" diye düşünmek lazımmış en başında. Ve öyle ki en güvendiğin makamdaki insanlar bile hiçbir şey yapamayacak hale gelebiliyormuş çoğu zaman.
Efendim, geçti bir buçuk ay ben o kepi atıp da havalardan geri alamayalı. Bir iş görüşmesine bile girmedim. Yok şunu yaparım, yok bunu derken, aslında biraz oturmak, yıllardır bölümüm beni soğutmuşken kaçtığım kitaplara tekrar sarılmak, Ramazan'ı rahat çıkarmak, sonra kalkıp Antalya'ya gitmek ve bir an önce dönmek zorunda olduğumu hissetmeden iki hafta kalmak, ne bileyim tekrar spor salonuna devam etmek, arada arkadaşlarla görüşmek, ilgilendiğim bir şeyin sertifika programına yazılmak ve bütün bu esnada hiçbir iş yapmamak istiyorum müsait oldukça alacağım altyazı çevirilerim dışında. Ama hani onca soran var ya, ben bile kendime bir baskı kurdum "e Bengisu, ne zaman işe giriyorsun? Ne zaman maaşlı düzene geçeceksin? Şu çok istediğin Miu Miu ya da Prada gözlükler senin olacak mı?" diye.
O gözlüklerden biri benim olacak inşallah. Ama düzenli bir işe ihtiyacım olmadan, yine gecemi gündüzüme katarak yapacağım çevirilerden kazandıklarımla. Dışarı da çıkacağım bütçeme güvenerek. Sinemaya da gideceğim mesela. Ama şu anda bana sorulan iş algım bu. Herşeyi yapabilirken yaptığım iş. İstediğim saatte kalkıp yaptığım, istersem sabah ezanıyla yattığım iş. Bir ayda ne kadar iş yaparsam sonunda o kadar kazandığım, emeğinin karşılığını almaktan başkasını yapmadığın bir iş.

Yok tabi şimdi kedi-ciğer ilişkisi olmasın, düzenli işte hepimizin gönlü var. Ama olmuyorsa ve yine de kendini geçindirecek şeyler bulabiliyorsan, yap. Durma. Paranı biriktir o makinayı da al, git sonra istersen çat diye peşin parasını ver, Prada'nı, Miu Miu'nu da al. Ama hiçbir şey yapmadan oturmaya çok gönüllü olma.
Bunun dışında hiçbir şey için acele etme ama, bizim işi yapıyorsan herşeyde acele et. Et ki başının etini yemesinler "ne olmuş bu işte böyle, bu neden yetişmedi" diye.

İçini ferah tut sen de, yeni mezun kardeşim.
Sevgiler sana.

9 Haziran 2013 Pazar

Sen JT Kim, Bilir Misin Evlat?



Tabi ya, bilir misin, ha?

JT dediğimiz, Justin Timberlake, hatta okunuşu ile Castin Timbırleyk, ve hatta bana göre Timbırleyk de değil, Timbooo'dur. Bu söyleniş ikinci ve şu anki üçüncü albümünde Justin Timberlake'in albümlerine fazlasıyla dahil olmuş olan Timbaland ile kazınmıştır aklıma. Pek severim.

Justin Timberlake, uzun süreli yokluğunda Justin Bieber'ın hiç ara vermeden doldurduğu müzik ve magazin dünyası vesilesiyle "Justin" dendiğinde akla kendisi yerine Bieber'ı getirir olmuştur. Fakat onu Nsync'den beri pek bir seven büyük bir kitle "Justin" dendiğinde hala herkesten ve her şeyden önce Timberlake'i hatırlar.

Justin Timberlake hayatıma ne zaman, neden, nasıl bu kadar derinden girdi bilmiyorum. Kendisiyle ilgili en eski anım ilkokul 5.sınıftayken bir seferinde Carrefour'a gittiğimizde ilk albümü olan "Justified"ın kasedini müzik reyonu raflarında gördüğümüzde nasıl heyecanlandığım, anneme "alabilir miyiz?" diye sorduğumda "hayır" demesi üstüne ciddi ciddi markette ağlayışımdır. Evet, bildiğiniz ağladım. Hatta annem bana bu yüzden çok kızmasına rağmen kendimi tutamıyordum. Bir yandan onun peşinden Carrefour'da dolanırken, bir yandan da o gün Sertap Erener'in Eurovision için çıkardığı single ı almamıza ağlıyordum. Bir albüm alacaksak, bu, Justified olmalıydı çünkü.

Neyse efendim. Haftalar sonra ben o sınıfı bitirdim ve takdir belgesi getirdim tabi ilkokul 5'te olunca. Annem de beni en yürekten vuran hediye ile karşıma çıktı: 2 çok sevdiğim ve istediğim yerli şarkıcının albümü ve tabi ki Justified.

Cry Me A River'ı bilmek için Justin Timberlake hastası olmanıza gerek yok. İlkokul zamanlarından beri yabancı pop dinleyen 91li ya da 90lı, hatta biraz daha büyük olan kesimdenseniz kesin illa en az on kez dinlemişsinizdir. Çok beğendiğinizden değil de, bir yerlerde bir şekilde maruz kaldığınızdan.
"Ay o neydi ki, ben unuttum :s" diyecek olanlarınız için bir daha gelsin şu linkten: fizy'de Cry Me A River .

Ama tabi benim ve hatta kardeşimin bu albümden en sevdiği şarkı Rock Your Body olmuştur her zaman.


Bu albümden yaklaşık 5 yıl sonra, benim lise 2'de olduğum sıralarda Justin ikinci albümünü çıkardı. Bunda da yine aşırı bilinen Sexy Back ile çok iyi bir çıkış yaptı. Kardeşim o şarkıyı da pek takıntılı şekilde severdi. Ben ise o albümde single olarak sunulan ikinci şarkı "My Love" için saatlerce televizyon başında beklerdim. Number One'da hafta içi her akşam 8'e doğru illa ki çıkardı video. Artık ezberlemiştim.


Albümün annemden o yılki doğumgünü hediyem olarak gelmesi üzerine geri kalan bütün şarkıları lise için onca yol giderken dinler olmuştum. Ve tabi ki yıllar sonra hala arada açıp dinlediğim, albümden en favori şarkım, bu yazıyı yazarken bu harika canlı performansını bulduğum Summer Love.
Bu şarkı için resmi bir video yapılmadı ama albümde single olarak sürülen her şarkı kadar popüler ve sevilen bir şarkı oldu.


Sonra geldik 2013'e. 16 yıllık eğitim hayatımın son yılına da Justin ile beraber girdik, onun uzuuuuuuun bir aradan sonra çıkardığı albümle...

Açıkçası Suit&Tie onca zaman sonra çıkarılan bir albümün ilk single'ı olarak beni bayağı hayal kırıklığına uğratmıştı. Albümün geri kalanı ilk fırsatta gelse de en azından 1-2 güzel şarkı bulsam derken Mirrors için audio video tarzında bir yapım sunuldu Vevo üzerinden.


Bu şarkıyı dinler dinlemez "İŞTE, SONUNDA GERÇEK JUSTİN GERİ DÖNDÜ!" dedim. Ve saatlerce başa aldım bu şarkıyı.

Bir ay kadar ertesinde albüm torrent dünyasına düşer düşmez bilgisayarıma da konuk oldu, ve tabi ki hemen yol arkadaşım olmak üzere mp3 player ıma aktarıldı. Takıntılı şekilde dinlediğim ilk şarkı "Don't Hold The Wall" oldu. Hatta bir süre ilerisine gidemeden sadece bunu dinledim.
Bu şarkı kesinlikle albümde öne çıkarılması gereken şarkılardan biri.


Albümde ilerlediğimde ilk izlenimim hayal kırıklığı oldu. Mirrors, Don't Hold the Wall ve Tunnel Vision harici hiçbir şarkıyı tekrar dinlemek isteyecek kadar sevmedim. Fakat bu üçlü de bana öylesine yetti ki, albümün geri kalanını o kadar sevmememe rağmen düştüm D&R yollarına.
Ama tabi önce size albümün en iyi şarkısı olabileceğini düşündüğüm Tunnel Vision'ı dinlettirmeden gidemezdim.
BU ŞARKIYA HASTAYIM ARKADAŞ!


Şu güzel kare geçen hafta mezuniyet kahvaltımızdan sonraki dolanmalarımızın son ayağının ardından eve dönüş yolunda çekildi. Sonunda albümü ufak arşivime katmak üzere almış bulundum.


İlk albüm: İlkokul 5
İkinci albüm: Lise 2 - 10.sınıf
Üçüncü albüm: Üniversite son - 16.sınıf
Eğitim hayatımı bu adamla tükettim resmen!

Albümü aldıktan sonra o ilk izlenimle pek beğenmediğim şarkıları tekrar dinlemeye başladım ve bu aralar favorim "Dress On".



Tabi benim için bir Tunnel Vision değil ama bu da sevdiklerim arasına girdi.

Zamanla başta sevmediğim diğer şarkılara da ısınırım muhtemelen. Mesela "Strawberry Bubblegum" ve "Body Count" arada sırada dinlediklerim arasına girdi son bir haftadır.
Tabi ben böyle heyecanla üçüncü albümün varlığına hala inanamamakla meşgulken Justin Timberlake'in dünya turnesi haberini vermesi yüreğimi de ağzıma getirdi. Yurdumuz şimdilik o şanslı ötesi ülkeler arasında görünmüyor ama en azından 2014 için umut edilebilir. Hep OneRepublic 3.ve son hayalim derdim ama Justin Timberlake'in 6 yıl ara verip, geri dönmeyeceğine ikna olmamdanmış, bugünlerde iyice görmüş oldum.

Bir JT konserinde VIP kategorisinde olmak...

Hayal bile edilemeyecek kadar muazzam bir gerçeklik ihtimali olurdu.

24 Mart 2013 Pazar

Bir Sempozyumun Ardından...

İlk defa bir yazdığım da isim vererek hitap edeceğim üyeleri bulunan bir ekibe gitsin.

Bu yılın en güzel, güzel çünkü yorucu, yorulduk çünkü güzel, günlerinden biri dün oldu. Bir sürü fotoğraf ve kısa cümlelerle anlatılacak ufak anılarla, 23 Mart 2013 (bakın sayılar bile uyumlu) muhtemelen hepimizin aklında kalacak.

Tabi ki herkesin aklında kalanlar farklı. Bir de benim açımdan görün kendinizi!

Bütün gün oturdum ama muhtemelen 2 yıldan fazladır faal olan Gençlik Meclisinin Twitter hesabında koskoca 2 yılda toplam 900 kadar tweet atılmışken, sadece dün sempozyumda olanları birebir iletmek için yaklaşık 100 tweet atıldı. RT leri sayacak halim yok da, tabir-i caizse "yardırdım" gençler.

Ben bilgisayar başında tweet atmakla meşgulken...

Erarslan bir ara kaybolunca aldığım yalan yanlış bilgilere göre gözüyle ilgili bir problem üstüne gitti diye kendisine katkıları için teşekkür etmem üstüne "amma kirli bilgi gelmiş yaa" dediğinde "ben de diyorum ya, ölen olsa bilirdik" deyişim,

Sayın saygıdeğer respectful Mailmail'in gelmeyen moderatör üzerine kırk yıllık moderatör gibi en süre ve konuşmacı sıkıntısı olan oturumu yönetişi,


İki dili birden bilmesi üzerine bize Watsap'tan "arkadaşlar bu tercüman iyi tercüme edemiyor yaa" dediğinde "hadi git o zaman sen geç yerine" önerisi üstüne "yok ama ayıp olur" diyen Subuh,

Bana KİNG unvanı verip ciddi ciddi takacak taç bulup, akşam yemek için otobüse doluştuğumuzda "yaa inanmıyorum yaa tacı okulda unuttum" diyen Dindarol, (ben mutlu olayım diye asılsız iddialarda bulunmuş olma ihtimali her zaman mevcut)


Herkesin kendisini uyumamak için zor tuttuğu evrelerde kendini zor tutmamayı tercih eden İKibar, (artık böyle anılacak)


 İkinci oturumdan en karizmatik tercüman-konuşmacı pozu,


En akıcı ve bilgilendirici oturumdan eksiksiz konuşmacı kadrosu,


Raportörlüğünün bir kısmını yanımda yapan ve bu yüzden en olmadık yerde konuşmam üzerine "bak senin yüzünden ne dediğini kaçırdım" gibi bir SUÇLAMAda bulunan Altınbaş,

Erasmus'a gitmeden önce veda etmek için uğrayan ve yoldayken bize "hey ben gidiyorum" temalı bu eseriyle Watsap'tan ulaşan Nalçacı,


Bütün bu etkinliğe önderlik eden ama elimdeki onca fotoğraf içinde adam gibi fotoğrafını bulamadığım Sn. Duman, 

Talebim üzerine dünyanın en kısa süreli sosyal medya asistanlığını yapan Kapçak, (sadece birkaç dakika sürdü)

Bu organizasyonda bile başkanlığını konuşturmuş olan Sn.Baran,


Yeri geldiğinde çılgın manevralarda bulunan nur yüzlü şoför amcamız,
(Umarım bu fotoğraf için hareket halindeyken poz vermemiştir)


Sempozyum sona erdiğinde "programımız sona ermiştir..." gibi bir kapanış tweeti atma derdindeyken "heey, heey, sempozyum bitti bittiiiii" deyip elini havada "sen daha naaabıyon" anlamında döndüre döndüre sallayan Böhürler,

Komisyona gelir gelmez arkadaş bellediğim Özyurt ile oturabilme şerefine nail olduğum, muhtemelen akşamın en hoş masası,
(tabi hepiniz hoştunuz da, biz daha mı iyiydik, ne?)


Görevli toplantısında "neden bu okulu tercih ettin?" sorum üzerine "okulun sitesinde "Neden Şehir?" bölümüne gir, oradaki videoda bunu anlattım, onu izle" diyen ve CİDDİ CİDDİ bana karşımda hal-i hazırda bulunmasına rağmen bir özet bile geçmeyen Amri,


Watsap'taki muhabbetin yüzde yaklaşık otuzunu onca insanın içinde tek başına yürüten, ayrıca sempozyumda gördüğüm bütün topuklu ayakkabı giyen hatun arkadaşlarımıza inat, gayet de yüksek bir topukluyla, spor ayakkabı giymiş kadar normal yürüyen, sunuculuk işini de kıvıran Sn. Matur,

Son olarak da bunları yazmak için olduğu gibi dün bütün gün tweet atarken HİÇ HABERİM YOKKEN sayesinde şu fotoğrafı edindiğim Sn.Kaplan...


...aklımın köşesinde öylece bir yer etti.

İyi ki üşenmeyip görevli ekibe dahil olmuşum dedim buradaki herkes ve adına görsel paylaşamadığım, kamera arkasındaki insanlar sayesinde.
Size teşekkür etmek benim işim olmazdı eğer böyle bir gün geçirmeme vesile olmasaydınız.

Ya ben iyi ki gelmişim ya buraya!

Alın size hep beraber olduğumuz bir kareyle veda edeyim.
Sanki görmeyenleriniz varmış gibi.


Hepiniz tekrar tekrar sağolun, var olun.

11 Mart 2013 Pazartesi

One Direction: Backstreet Boys'dan Ne Farkı Var?



Geçtiğimiz hafta pazar günü, tam olarak 3 Mart gecesi, Yetenek Sizsiniz'i izlerken Cash adında şimdiye kadar o programa çıkan en tatlı köpeği görmeme vesile olan bölümde, köpeğin sahibi gösterinin bir kısmına önceden hiç duymadığım ama duyar duymaz çok eğlenceli geldiğinden bir iki sözünü yakalamaya çalıştığım bir şarkıyı eklemişti.

"Let me kiss you" gibi dört kelimeyi yakalamam üstüne "ben bunu önceden duymadıysam ve bu böyle hareketli bir şarkıysa, gençlerin söylediği de aşikarsa kesin One Direction falandır" diye düşünerek Google'da şarkının sözlerini yazar yazmaz yanılmadığımı fark ettim.
Böylece "bilinçli olarak" ilk kez One Direction dinleme eyleminde bulundum.
Klibi de varmış ya şarkının!


Şarkıyı dinler dinlemez dedim bir de albümü indireyim. Eğer böyle bir şarkı yapmışlarsa muhtemelen albümleri de genel olarak bu havadadır ve bu da benim dinleyeceğime garanti.

Albümü indirdim. Açıkçası 8 gündür arada Fun bile dinlemek istemeyecek kadar beğendim -ki ne alakaları var, değil mi? Bilenlere sesleniyorum!-. Hatta albümde şarkılar genel olarak çok kısa ama sayıları da bir o kadar fazla olunca her bir şarkıya ayrı gün ayırmak gerekiyor gibi bir hava veriyor. En azından benim gibi sevdiği bir şarkıyı bazen 3 gün bile sabahtan akşama kadar araya bir şey koymadan dinleyebilen biri için 17 şarkı çok fazla.

Albümü kenarda açtım, bir yandan bütün şarkılar çaldı, bir yandan alakasız işlerle meşgul oldum. Ama bir iki şarkı hariç hiçbiri aklımda kalmadı arada çalıp bittiğinde albüm.
Şu an 8 gündür gayet yoğun şekilde bu albümü dinlediğime göre artık genel bir değerlendirme yapmaya hazırım!

Albümde en sevdiğim şarkı şu diyemem, çünkü çok sevip durmadan dinlediğim birkaç şarkı var. Hatta 5-6 bile olabilir.
Genel olarak Eurovision'da söylense ilk 5'e girecek tarzda o çok klasik pop ritimlerini hissettiren şarkılar var. Hele şu şarkı TAM BİR Eurovision şarkısı!


Albümde de itina ile atladığım ender şarkılardan biri.

Sonra bir de o eski "Boy Band" kavramını hatırlatan ve hatta özleten bir şarkı da var ki, bu albümde en sevdiğim şarkılardan biri kendisi. Hatta tek şarkı seçecek olsam bunu seçebilirdim.


Durmadan dinlediklerimden bana disko havasını veren bir şarkı olduğundan C'mon C'mon da var, ki en sevdiklerimden olsa da, albümün zaten 4 dakikayı bulan tek bir şarkısı bile yokken, bu en kısası.


Bugünün şarkısında "seni eller aldı da önce ben sevmiş idim" demişler. En çok da bunu dinlemiş oldum bugün.
Zaten bu sebeple adı "bugünün şarkısı" oldu.


Dünün şarkısı "Nothing Compares" olmuştu ki bugün de arada dinlediklerimden oldu kendisi. Şarkıları tek başlarına açıp baştan baştan dinlemeyi yıllardır pek severim.

Buna da en çok "Noone ever looked so good in a dress and it hurts cause I know you won't be mine toniiighhtt" kısmından takıldım. Aklımda hemen bir video klip canlanıyor o sözler üstüne.

Ve albümde yine fazlasıyla takıntılı şekilde dinlediğim şarkılardan biri "Rock Me".


Bakın, şarkılar o kadar kısa ki bütün bunları arka arkaya dinlemeye bile kalksanız o kadar şarkı yarım saat etmiyor!

Peki ben aylardır "aaaa One Direction da One Direction, yeter be ya!" dedikten sonra bir şarkıyla böyle dinledim, ne oldu?
Kendi kendime düşündüm...

Bunları yazıyorum çünkü ilk albümlerini bilemem ama "Take Me Home" adlı bu ikinci albüm, en azından pop müzik severler tarafından dışlanması gereken bir albüm değil. Çünkü dinlediğiniz bir sürü diğer şarkıcının yaptıklarından hiçbir farkı yok.
Sizleri irrite eden konu, ve benim de şimdiye kadar önyargılı olmama sebep olan en büyük şey, bu gençlerin aslında tiplerinden sebep hiç tanımadıkları insanlara aşık olduklarını zanneden obsesif hayranlarının sosyal medyayı tamamen grubun adı üzerinden ele geçirmiş olmaları.
Aslında Facebook'ta bile bize bulaşamadıkları ve TT listesi gibi bir şeyle karşımıza çıkamadıklarını düşünürsek bütün derdimiz Twitter'daki TT listesinin ya Bieber ya da bu gençlerin adıyla dolu olması.

Yoksa bir bakın, şimdi bu gençlerin, yıllar önceki şu gençlerden ne kadar farkı var?


Tek farkları gelişen teknoloji ile daha alacalı bulacalı yapılan klipleri. Bir de tabi zamana göre giyim ve saç şekilleri. Yoksa yaşlar bile aynı. Ha dönmüşsün '99 yılında Backstreet Boys'u dinleyip, ona özel bir hayran takımı ismi çıkarmış, onun posterine sarılıp ağlamışsın, ha şimdiye gelip "Directioner" olmuşsun, bu gençlere ağlamışsın.

Tabi bir de One Direction dinleyen herkesin "Directioner" adıyla anılması var. Yok aslında böyle bir şey. Nasıl ki her dertlendiğinde Mahsun İzzet İbo Alişan Özcan dinleyen onlardan herhangi birinin ölümüne fanatik hayranı olmuyorsa, One Direction'ı da her kafasına estiğinde dinleyen, bu çocuklar için ölmeye hazır beklemiyor. Aslında tek rahatsızlığımız sosyal medyada fikir belirtme yaşının olmamasıyla ortaya çıkan beyan kirliliği. Yoksa "memlekette konuşacak önemli şey mi kalmadı?" sorusuna biz o TT'lerde One Direction olmadığında da gayet gereksiz başlıklarla cevap veriyoruz. "Evet, kalmadı" diyerek.

Tabi siz yine de siz olun da yakın zamana Bieber gibi bunlar da ülkemize gelirse kalkıp 2750 liralık VIP biletleri tüketen, beyin varlığından şüphe duyuracak insanlar olmayın. Çünkü bunlar da insan. Sadece şarkı söylüyorlar ve siz dinliyorsunuz, o kadar.

Ha bir de şimdi siz bu yazıyı okumanıza rağmen o şarkıları dinlememişsinizdir, bunu dinlemezseniz bittiniz! Alın size sırf "illa dinleteceğim!" diye ikinci kez paylaşayım!


Kalın sağlıcakla ve önyargısız bir kafayla, arkadaşlar ve de saygı değer okurlar!

6 Mart 2013 Çarşamba

Cesaret İçin Yanlış Zamanlama

Yıllardır en rahatsız olduğum şeylerden biri, aynı zemine ayak bastığım kişilerden herhangi birinin ya da faha fazlasının ayağını yere vurup durmasıyla zemindeki tıkırtının bana kadar ulaşmasıdır.
Çok mu uzun oldu? Şöyle diyelim.

Aynı platformda 5 kişi oturuyorsunuz. Oturuyorsunuz, herkesin ayağı yere basıyor. Sonra birden birileri alışkanlıktan, eğlendirdiğinden ya da can sıkıntısından ayağını düzenli olarak yere vurmaya başlıyor. Ve siz aynı zemine sabit bir şekilde koyduğunuz ayağınızla yerden gelen o baskı dalgasından -o da ne demekse, ama siz anladınız- etkileniyorsunuz. Bir iki üç dört beş, durmuyor da durmuyor.

Hadi tamam, o durmuyor, saçma bir şey yaptığı da kesin, çünkü gerekli değil yani, o ayağı yere vurup durmasa da yaşar, ama siz de rahatsız olduğunu söyleyemeyen, onun yerine karşı tarafın insanları rahatsız ettiğini düşünüp, durabileceğini sanan bir saftiriksiniz.
Yani bu durumda saftiriğim desem daha doğru olabilir.

Tanıdığım insanlara karşı çok açık sözlüyümdür, hatta rahatsız edebilecek derecede. "AAA YAPMASANA ARTIK ŞUNU!" diyebilirim, ama tanımadığım insanın sadece durmasını beklerim. Sanki benim hiç de çaktırmadığım rahatsızlığımı çözüp durabilirmiş gibi.

İşte efendim, bu akşam Bakırköy'den dönmek için binmişken 79B'ye, daha otobüs de ilk duraktan yolcu alırken, yanıma genç bir bayancağız oturdu. Kendisi "bayancağız" çünkü benim abuk tepkimle karşı karşıya kalan "insancağız" aynı zamanda.

Olay şöyle gelişti.

Genç bayancağız yanıma oturduktan kısa bir süre sonra sağ ayağını kaldırıp indirerek hafif bir tempoda yere vurmaya başladı. Çok yüksek sesle müzik dinliyordum ve bir iki gündür One Direction'ın albümünü dinliyorum diye (hiç de ergen şeyleri dinlediğimi söylemekten gocunmam) bu bayancağız da kulaklığımdan gelen sese ayak uyduruyor diye düşündüm. Tam anlamıyla ayak uyduruyor çünkü zaten sese ayağını uyduruyor olmalıydı.

Hani çok zekiyim ya, belki durur diye müziği dışardan duyulamayacak şekilde kıstım. Kendisi de bir şey dinlemiyordu. Döndüm ayağına bir yan bakış attım. Biraz yavaşlar gibi oldu ama durmadı. Bakmaya devam ettim ve hiçbir şey değişmedi. Sonunda kafamı kaldırıp "ŞU AYAĞINIZI SALLAMASANIZ OLUR MU ACABA?" dedim. 

Zincirleri kırdım, tabuları yıktım, korkularımı aştım, enginlere sığmadım, taştım, ama YANLIŞ ALARM!

Bayancağız demez mi "benim sağlık problemim var, ayak alıştırmaları yapmam gerekiyor rahat yürüyebilmem için"?
Yine vicdan azabı duyan Bengisu'yu sahneye aldık bu laf üstüne.

Be hey Bengisu, şu saçma hareketi gerekli gereksiz yerlerde ve zamanlarda yapan, yılları devirdiğin arkadaşlarına bile bazen "YA BİR DURUR MUSUN ARTIK?" diyeme de, genç ve sağlık sorunu olan bir bayancağıza ne karışırsın? Nedir senin amacın yani ne istiyorsun, ne oynuyorsun insancağızların sağlığıyla?

Genç bayancağız devam etti.
"Ben de dedim otobüs kalabalıklaşırsa biri yanlış anlamasın diye dururum ama yanına oturacağım kişinin böyle bir şeyden şikayet edeceğini hiç düşünmemiştim".
Allahtan gayet eğlenceli ve güleryüzlü bir insancağız çıktı bu kişi de ikimiz de bu duruma bayağı güldük.
"Ben de normalde rahatsız olunca tanımadığım insanlara bir şey demem ama bugün artık cesaretimi toplayayım demiştim" dedim, "bana denk geldi yani" dedi o da.
İkimiz de hala gülüyoruz fazlasıyla. Durum komikten çok, trajikomik.
Sen kalk yıllarca insanlara rahatsız edici hareketleri için şikayetçi olma, ilk kez olmaya kalktığında da en olmayacak insana laf et.
"Şu an vicdan azabı duydum yalnız, sağlık problemi olabileceğini hiç düşünmedim. Siz devam edin, vurun vurun ayağınızı, sorun değil.
Ehem, peki siz nerde iniyordunuz?" dedim bir de. Mesaj gayet bariz.
"Vıdı vıdı'da", ben de "hadi ya, ben sizden sonra iniyorum" deyince daha bir güldük duruma.
"Yok yok devam etmem şart değil, dururum" dedi bayan. Ben de "yok, cidden sorun değil" dedim.
Sonra da önümde duran Biscolata paketini göstererek "bisküvi alır mısınız?" dedim. Durum daha da komik oldu. "Şimdi bu teselli etmek için mi?" dedi haklı olarak. "Yok aslında onun için değil, yanınızda oturup gözünüzün önünde tek başıma yemem hoş olmaz" dedim, teşekkür etti ve almadı. Ben de yanımda Bonibon da olduğunu söyledim ve "ben bir Bonibon'a kanmam" dedi. Cidden dedi bunu yani. Okuyanlar gülsün diye söylemiyorum.

Ama ben kandırmak istememiştim ki. Ayağını yere vurmasa bile öyle iki laf ettiğim birine bir Biscolata ya da Bonibon verebilirdim yanımda da oturmuşken.

Hayat bir garip arkadaşcağızlar. Şimdi siz de bu eki kaptınız çünkü siz de benim bu hırçınlık olarak adlandırılabilecek hareketimi öğrenmiş oldunuz. Bir de zevkinden değil de sağlığı için bir şey yapan birine karışmış biriyim sonuçta. İstediğiniz kadar kızın. Ya da siz de ben ve o genç bayancağız kadar gülün. Çünkü biz gerçekten çok güldük aslında.

Komik değil de, trajikomik olan bu duruma.

Bir nevi şunlar kadar hatta.