30 Aralık 2011 Cuma

Güle Güle 2011, Bende Hep Ayrı Bir Yerin Olacak!

Bu yazıyı ne kadar erteledim bilmiyorum, ama sonunda başlıyorum yazmaya.

2011'e ne ara girdiğimizi hatırlamıyorum ama bu yıl için çok büyük planlarım vardı. Bazılarından sonra caymam gerekti, caydıklarım sonradan daha iyi şeylere dönüştü, hiç beklemediğim harika şeyler oldu, ve genel olarak baktığımda bu yıl beni üzen hiçbir şey göremiyorum.

Yıla başlarken çok bir düşüncem yoktu. 2011'den itibaren Boğaziçi Üniversitesi öğrencisi olma hayalim için lise son sınıftayken çalışmadığım kadar YGS'ye çalışmaktaydım. Hatta hatırlıyorum bir keresinde çalışmam gereken konu sayısına ve kalan zamanıma bakıp "yetişemeyeceğim" diye ağlamaya başlamıştım. Şimdi bakınca komik geliyor ama YGS sabahı sınava gireceğim okula giderken yolda da gerginlikten bir posta ağladığımı hatırlıyorum.

Bu yılın başlarında bir gün en yakın arkadaşımla konuşurken "Şu hayatta konserine gitmeyi en çok istediğim grup Maroon 5 ve OneRepublic. Acaba Maroon 5 Türkiye'ye gelecek mi?" demiş, hemen Google'a başvurmuştum. Ve tam 2 gün önceki haberde Maroon 5'ın 15 Nisan'da konseri olduğunu görünce 2-3 saat aptallıktan kendime gelemedim. Yani belki ben gidemeyecektim ama onlar gelecekti Türkiye'ye. Bunu 2007'den beri hayal ediyordum.
Hemen ertesi gün satışa sunulan biletlerden biri benim oldu. Ama ikinci bileti alacak parayı son ana kadar bulamadım. Son an bilet fiyatları da 98 liraya çıkınca artık imkansız oldu konsere gidişim. Çok gerilmiştim çünkü tam 3 ay bu durumun nasıl sonlanacağını bekledim. Ve konserden 2 hafta önce, Maroon 5'ın menajeri Twitter'da Maroon 5 resmi hesabından Türkiye konserine 2 kişiye bilet vereceklerini açıkladı. "Amaan, yüzlerce kişi içinden beni neden seçsinler ki?" dedim ama bilet hediye haberini yaymak için retweet etmeden önce mention lı tweet atarak "lütfen bana da bir bilet verin, bir tane aldım ama ikincisi için param yok, ve alamazsam konsere gidemeyeceğim" dedim. Sonra da hem dolaylı hem de doğrudan retweet yaptım konser bileti haberini.
Sabah kalktığımda takipçi sayım 1 artmıştı. Ve Maroon 5 resmi hesabı beni takip etmeye başlamıştı. Tabi o an ekrana aptal aptal bakarken "yok artık!" demekten kendimi alamamıştım. Bunu en sevgili kuzenime haber verdiğimde onlara DM atmam gerektiğini söyledi, belki de bileti ben kazanmışımdır diye. Ben de attım. Ama günlerce cevap alamadım. Ve konserden hemen önceki gün geldi çattı.

Biletim elimde kalmıştı. O saatten sonra satacak birini bulamazdım. Derken Facebook'ta konser etkinliğinin duvarına yazdığım "parasızlığın gözü kör olsun!" yazısının altına birileri yorum yaptı ve o da bilet aradığını, gidişinin hala kesinleşmediğini söyledi. Kısıtlı profiline baktığımda gördüğüm Twitter hesabından ona elimdeki tek bileti isterse satabileceğimi çünkü Maroon 5'ın beni takip ettiğini ama bir şey olmadığını söylediğimde bana Facebook'tan mesaj atması üzerine konuşmaya başladık.
Bunun üstüne Twitter'da mesajlarıma tekrar baktığımda önceki akşam menajerin bana cevap attığını, ve 1 değil, tam 2 tane bilet kazandığımı söylediğini gördüm. Face'den iletişim kurduğum kişiyle hemen o an anlaştım, ertesi sabah biletimi ona devrettim. Ve 2.kişi olarak da sevgili kuzenimi bana eşlik etmesi üzere konsere davet ettim.

Kapıda Coca-Cola gişesinde bilet sorduğumda ismimi bulamadılar, özel davetliler kabinine yönlendirildik ve ismim oradaydı. Ben 98 liralık "Ayakta" kategorisindeki biletlerden beklerken işte elime verilenler şunlar oldu.


Tabi o an delirmiş gibi olduğumu hayal edebilirsiniz. 
Bu biletlerin fiyatı normalde 260 liraydı. Ben o zamanlarda bunun yarısının parasını bile veremezdim, bir tanesini geçtim. Yıllardır beklediğim grubun konserine gidişim için direkt menajerlerinden böyle harika bir şekilde bilet kazanmam zaten anlatılacak gibi değildi. Ve insanların hayatlarında bir günü nasıl "hayatımın en güzel günüydü" diye adlandırdıklarını o günü yaşayınca anladım.

Konser harikaydı, grubu benim kadar sevmeyen kuzenim bile bunu söyledi, konser bittikten yarım saat sonra dönerken menajer yine Twitter'dan mesaj attı.

"How was the show?"

Tabi ikimiz de "yok artık yaa ohaa" dedik bunu görünce. Hayalim mucizeler zinciri içinde ve hiç beklemediğim yönleriyle tamamlanmıştı. Bileğimde konser bilekliği de hepsinin gerçek olduğuna kanıttı.

Ve o akşamın mutluluğunu en iyi bu kare anlatıyor. Konser bittikten sonra sahne önünde durmaya devam ederken kuzenim çekmişti bu fotoğrafı. Onun gibi biri hayatımda olduğu için çok şanslıyım. Bunu iyi günde de, kötüsünde de hatırlıyorum.


Bu iki resmi önceden görmüş olanlarınız olabilir. Ama menajerle aramda geçen konuşmayı sadece bileti devrettiğim arkadaşıma göstermiştim. Merak edenler için Twitter mesaj kutumda hala duran konuşma aynen şöyleydi. Hayal gibi geliyor ama tamamen gerçek! :)

Ve bu da hiç zoom yapmama gerek kalmadan, tam önüme geçtiğinde çektiğim Adam Levine'in fotoğrafı. Telefonuma o an hayatının en iyi fotoğrafını çekmek için gösterdiği bu performans nedeniyle teşekkür ediyorum.



Bir hayali böyle gerçekleştirmek harikaydı, umarım bunun benzeri şeyler daha görürüm hayatımda :)

Bu büyük ve mucizevi olaydan sonra bu yıl birçok güzel şey daha oldu. Hayatımda ilk kez çalıştım, maaş aldım. Anneme yük olmadan masraflarımı karşılamamın nasıl bir şey olduğunu öğrendim. Temmuzdan beri ondan hiç harçlık almadım. Ve benim adıma SSK ödemem başlatıldı bu sebeple.
YGS sonucum Boğaziçi'ne girmeme yetecek kadar iyiydi. Ama sonra bakınca şu an kendi okulumun bana verdiği maddi rahatlığı orda bulamayacağımı fark ettim ve bu yüzden 3 ay sonraki LYS'ye tek soru bile çözmeden girdim. YGS'ye girmem boşa gitmiş olmasın diye. Sonucum da çok umrumda değildi. Ama kendi alanımda Türkiye 721.si oldum. Buna hem sevindim hem üzüldüm. Biraz çalışsam Boğaziçi'ni kazanabileceğimi görmek biraz rahatsız etti beni. Ama okuldan kaydımı alıp tekrar kaydolarak derece bursumu almama vesile olacak bir sıralama olduğundan çok rahatladım çünkü okul zamanında da anneme yük olmayacağım garantilenmiş oldu.

Bu yıl abim ilk dönemi bitirdikten sonra 6 yıl sonra ilk kez bizimle uzun süre yaşamak üzere eve geldi. 3 kardeş hep beraber sınava tekrar hazırlandık. Şubattan eylüle kadar abim de bizleydi. Ben abisiyle arası çok iyi olan kardeşlerdenim. Abim benim için çok başka. Bazen bazı şeylerde tartıştığımız ya da bazı şeyleri konuşamadığımız oluyor ama onu kendimi bildim bileli çok seviyorum. Bu yüzden böyle birkaç ay geçirmek çok güzel oldu ama sonunda gittiğinde de çok ağladım. Ama artık çok mutlu. Yıllarca hiç sevmediği ve çok zorlandığı bir bölümden sonra şimdi Bilkent'te burslu olarak sevdiği bir şeyi okuyor. Ve bugün konuştuğumuzda bu dönemki ortalamasının en kötü ihtimalle 3.70 olacağını söyledi. Onun adına çok mutluyum.

Bu yıl hayatımda önceden yapamadığım kadar kendime değer vermeye de başladım. Artık insanları, kötü düşüncelerini ve niyetlerini gördüğüm anda hayatımdan çıkarabiliyorum. Belki bazen yanılmaya devam ettiğim oluyor ama şu an beni üzen kimse hayatımda kalıcı bir yere sahip değil. Mutluyum çünkü çok sevdiğim insanların hep yanımda olduklarının farkındayım. Mutluyum çünkü bu ayın başında sınıfta yakın bir arkadaşımın vesilesiyle bir yerde öğretmenlik yapmaya başladım haftasonları. Mutluyum çünkü ikinci iş tecrübemi edinmek için bir yerde, birikim de yapmama yardımcı olacak şekilde çalışıyorum. Çok sevdiğim arkadaşlarım, hayatım için bir sürü hayalim var. Dün aldığım büyük bir kararım, gerçekleştirmek için kendime hedef olarak belirlediğim bir sürem var.

Tekrar kitap okumaya başladım mesela. Bu da harika bir şey. Sinemayla çok ilgileniyorum. İzlemeyi ve anlatmayı seviyorum. 2012'de başka bir bloga daha başlamayı hedefliyorum. Belki sonuna doğru olacak yılın ama inşallah olacak. Çok daha güzel şeyler olacak hayatta. Umutluyum.

Mutluluğu yıllara bölmek mantıklı değil belki ama, 2011 çok güzel bir sene oldu benim için. Umarım sizler için de öyle olmuştur. Olmadıysa bile, 2012 çok güzel olacaktır.

Bu arada, unutmadan, geçen hafta da meşhur blog "Yeliz'in Dünyası"nın yaptığı yarışma sonucunda 4 Ocak'ta İstinye Park'ta yapılacak olan "The Girl With The Dragon Tattoo" öngösterimi için 5 kişi arasına girerek çift kişilik davetiye kazandım. Bu da şaka gibi oldu ama yılı böyle bir haberle kapatacak olmak gerçekten harika :)



Bu mutlu şarkıyla bitireyim yazımı. Benim gibi iyi bir 2011 geçirmiş olanlar için
"Such a lovely year, and I'm glad you feel the same" :)



20 Aralık 2011 Salı

Filmi Sinemada mı, Evde mi İzlemeli?

   Geçen cuma yaklaşık bir ay sonra tekrar sinemaya gittim. Sevdiğim bir arkadaşımla Moneyball'u izleyecektik.
   Moneyball başrollerinde Brad Pitt ve Jonah Hill'in olduğu, biyografik bir spor filmi. Dar bütçeli Oakland A beyzbol takımını aldığı yenilgiler üzerine tekrar şampiyon yapmak için Yale-İktisat mezunu bir analiz uzmanını asistanı olarak alan Billy Beane'in, kimsenin edinemeyeceğine inandığı kadar büyük başarılar edinmesi için takımı yıkıp yeniden kuruşunu ve kariyerinin bu başarı üstüne gidişini anlatıyor. 


   Film, bizim görmek için sinemaya gittiğimiz günün sabahında açıklanan Altın Küre ödüllerinde "Yılın En İyi Filmi" dalında adaylar arasındaydı. Brad Pitt'in oyunculuğunu zaten severim, çok fazla filmini izlemişliğim olmasa da, filmin konusu ve imdb puanı da ilgimi çekince cuma günü Cevahir Cinebonus'a öğrenci halimle 13 lira ödeyecek oluşumu çok da sorun etmeden gittim.

   O zaman, bu yazıyı neden yazıyorum?

   Bilmiyorum kaçıncı oldu bu, ama yine yine ve yine fark ettim ki filmi sinemada izlemeyi sevmiyorum. Sadece bazı filmlere ve oyunculara haksızlık etmiş olmayayım, onlar bunu hak ediyorlar diye internetten bir şekilde edinip izlemek yerine Türkiye'de vizyona girmesini bekliyorum görmek istediğim filmleri, sonra da gidip parasını verip izliyorum. Ama bu eylemi sevmiyorum. Hiçbir yönüyle.

   Öncelikle sinemaya gitmek için en az 10 liranız olması gerekiyor. İyi bir yerde izlemek istiyorsanız tabi filmi. Bir de büyük ihtimalle tek başınıza gitmemiş oluyorsunuz, oturup yemek de yiyorsunuz. En iyi ihtimalle 15-20 liraya geliyor film. Bunun için hazırlanıp evden çık, otobüse bin gideceğin yere var, en az 1 saat. Benimki genelde 2 saat sürüyor ama merkeze yakın olanlar için 1 saat diyelim. Sonra, sinemalara giden insanların yüzde yüzünün amacı filmi görmek değil, sinema atmosferinde, dışarda sevgilileriyle bir ev bulamadıkları için 2 saatliğine karanlık bir yer kiralamak. Hele bir de biletinizi filmi görmek için, sadece filmi izlemek için gittiğinizde bir çiftin yanına aldığınızı görmek kadar can sıkıcı bir şey olamaz. Sırf bu yüzden bilet alırken koltuk seçiminde ikişer ikişer bilet alınmış yerlerden uzak seçimler yapmaya çalışıyorum. Ama filmin en iyi izlendiği en arkadaki 3 sıranın filmin ne olduğuyla bile ilgilenmeyen "çift"ler tarafından doldurulması cidden sinir bozuyor!
   Ayrıca koltuklar istediği kadar rahat olsun, öyle mi otursam buraya mı kaysam şöyle mi daha iyi olur demekten pozisyon ayarlayana kadar film bitiyor. Sonra ne filmin etkileyiciliği kaldı, ne anlamı. Olan parana, zamanına, yorgunluğuna oluyor sadece.
   Mesela şimdiye kadar en az 40 kere sinemaya gitmişimdir. Ama bu sadece bir kere başıma geldi. Salona 2 kız daha girene kadar dünyada benden mutlusu yoktu. Ama zaten onlar da benim gibi sadece filmi görme amaçlı geldikleri için mutlu mesut girdim, mutlu mesut ayrıldım sinemadan.


   Her an ve durumda fotoğraf çeken biri olmadığımdan bu anı fotoğraflamış olmam bile ne kadar mutlu olduğumun o anki göstergesi olsa gerek.


   Oysa evde izlemek gibisi var mı?...

   Bir kere evde izleyecekseniz, istediğiniz gibi, ister pijamanızla, ister eşofman pantolonunuzla oturup, masanın üstüne ya da yatağınıza bilgisayarı koyup, istediğiniz ses düzeyinde, istediğiniz kadar durdurup, başlatarak, istediğiniz sahneyi atlayıp, istediklerinizi tekrarlayarak izleyebiliyorsunuz. Klasikleri de izleyebiliyorsunuz, en son filmleri de. Gece 2'de de izleyebiliyorsunuz, sabah 8'de de. Yatarak da, oturarak da. Para verseniz de izliyorsunuz, vermeseniz de. Pizza ısmarlasanız da izliyorsunuz, ısmarlamasanız da. Mısırınızı da patlatabilirsiniz, perdeleri sonuna kadar açıp ışıklı ortamda da izlersiniz, akşam karanlık olur, ışıkları açmadan da izlersiniz. Sadece vizyondakileri görmek zorunda da olmazsınız. Ve tabi ki en güzeli, evde, tanımadığınız kimsenin olmadığı bir ortamda, istediğiniz kalitede, sizden başka kimsenin ses çıkaramayacağı şekilde izlersiniz bir filmi. Kimsenin film ortasında telefonuyla oynaması üzerine salona bir noktadan fener tutulmuş hissine kapılmazsınız. Bir kadının yanındaki adamın henüz çıkmış sakalıyla oynaması üzerine dibinizden gelen "haşıırrt huşuuurrtt" seslerine katlanmak zorunda kalmazsınız. En arkayı kaptım, ekranın dibine girdim derdiniz de olmaz. Yani tek kelimeyle "mükemmel" bir olaydır evde film izlemek.

   Geçen cumaki tecrübem uzun bir süre için son olacak. Bundan sonra bir filmi sinemada görmek için en fazla 6 lira vereceğim, ve eğer hafta içi + günün ilk seansına gidemiyorsam kalkıp da bir filmi sinemada izlemeyeceğim. Çünkü sinemada film izlenir, gürültü yapılmaz, telefonla oynanmaz, sevgiliyle kırıştırılmaz! Evet efendim, kitap okumak ve ders çalışmaktan başka amacı olanın kütüphaneye girmemesi gerektiği gibi, sinemaya da filmi izlemek için gitmiyorsanız gitmeyin.
   İşte o kadar!

30 Kasım 2011 Çarşamba

Anne Hathaway ve Filmleri



Geçenlerde Anne Hathaway'in rol aldığını bildiğim için izlediğim film sayısına bakayım diyerek şunu açtığımda tam 11 film izlediğimi fark ettim Anne'in dahil olduğu. Tabi biri hariç hepsinde de başroldeydi. Peki Anne Hathaway nasıl biri, ve onunla ilgili kayda değer neler öğrenebiliriz, bu soruya bir cevap vereyim şimdi.


Anne Hathaway 12 Kasım 1982, Brooklyn doğumlu,  fazlasıyla sevilen ve de bilinen bir aktris. Oyuncu olmadan önce meşhur ve gözde bir sopranoymuş Anne, fakat birçok sinema severle tanışmasına vesile olan "The Princess Diaries" ile bu ünü, müzikten sinema sektörüne kaymış.
Anne'in filmografisine baktığımda gördüğüm ilk filmin "The Princess Diaries" olması beni şaşırtmıştı. Sanki başka ve çok da haberimiz olmayan yapımlarda da yer almıştır diye hayal etmiştim merak edip bakana kadar. Ama ilk adımını sağlam atmış Anne, ve devamı da gelmiş.

Anne Hathaway bence en çok romantik dram türüne yakışıyor. Dışardan ne kadar güçlü ve kendisine yeten biri gibi gözükse de, içinde büyük bir aşkı taşıyan, bu aşkı ona yaşatan için her türlü fedakarlıktan kaçınmayacak kadın profilini çok iyi çiziyor, ve seyirciye hissettiriyor. Peki Anne Hathaway denince benim aklıma hangi filmler geliyor? Sırada bu sorunun cevabı var.


Alice in Wonderland, vizyona girdiğinde en yakın arkadaşımla, sırf Johnny Depp için gidip gördüğümüz bir filmdi. Aslında o aralar sinemayla bu kadar ilgilenmediğim için Johnny Depp'ten başka kimseyle ilgili bir fikrim dahi yoktu. Tabi kostüm tasarım dalında Oscar almış olan bu filmi izlerken "şu elbisenin güzelliğine bak, aa bu da çok güzelmiş, oo bu hepsinden de güzelmiş" deyip durmuştum. Meğer Anne burda İyilik Kraliçesi rolündeymiş de, haberimiz yokmuş...


İki yakın arkadaşın aynı zamanda evlilik teklifi alması üzerine çocukluk hayallerini gerçekleştirmek için düğünlerini yapmayı planladıkları otelde aynı güne rezervasyon kayıtları alınınca aralarında nasıl bir kavga çıkabileceğini "Bride Wars" ile görebiliriz herhalde. Burda iki gelin adayımızdan biri Anne. Ve inanın çok eğlenceli bir film.


Sırada "Devil Wears Prada" var. Meşhur bir bestsellerdan uyarlama olan bu filmde Anne'in canlandırdığı karakter gözde bir moda dergisinde edindiği iş üzerine editörün gözüne girmek için çabalayan biri. Bu filmde hayranı olduğu Meryl Streep ile rol almak Anne için bir rüyayı gerçekleştirmek olmuştur herhalde. Çünkü en sevdiği oyuncuları saydığında Meryl Streep hep listesinde varmış.


"Valentine's Day" bir çok fazlasıyla sevilen ve ünlü oyuncunun rol aldığı, adından da anlaşılacağı üzere sevgililer gününü konu edinen bir film. Farklı çiftlerin hayatlarından kesitler birleştirilmiş. Bu tarz filmleri sevmesem de bu filmi beğenmiştim. Fakat işin komiği bu filmi şu an buraya Anne Hathaway de rol aldığı için dahil etmiş olmama rağmen filmde hangi çiftin nesiydi, hiç hatırlamıyorum. Yine de sırayı bozmadan son zamanlara kadar geleceğim.


"Get Smart" hayatımda en çok güldüğüm filmlerden biri olmuştu. Steve Carell ile başrolü paylaşan Anne, bu filmde bir ajan rolünde. Neyin peşinden gittiklerini hatırlamıyorum ama cidden gülmek istiyorsanız bu filmi kesinlikle öneririm. Steve Carell'ı da bu filmle tanımış ve çok sevdiğim oyuncular arasına katmıştım.


Parkinson hastası Maggie, Pfizer için satış temsilciliği yapan Jamie ile şurdaki iki filmin de üstüne kurulduğu şekilde bir ilişki edinir. Hastalığıyla baş etmeye çalışırken Jamie'nin ona duygusal bir yakınlık hissetmesinden korksa da, ikisi de bundan kurtulamayacak ve sonunda bunu kabul ederek farklı bir başlangıç yapmak isteyeceklerdir.
Jake Gyllenhaal'u çok da sevmeyen biri olarak bu filmi pek sevemedim. Gerçi Jake'i sevsem de sevmeyebilirdim, öyle bir filmdi. Bir çift olarak kimyaları tutmuyordu, fizikleri de (biyolojik yorumlamalar getiremeyeceğim, henüz o alanda uzmanlaşmadım). Konu da biraz sıkıcıydı. Anne'in hatrına izlemiş oldum yine de.

Sırada Anne'i bugünlere getiren birbirinin devamı niteliğinde iki film var.



Babasını hayatının hiçbir alanında tanımamış bir genç olan Mia, onun ölümü üzerine babanesiyle tanışır. Babanesinden aslında köklerinin Cenova sarayına dayandığını öğrenen Mia'dan Cenova'nın yeni prensesi olması beklenir. Peki neler mi olur? İşte bunu öğrenmek için bu iki fazlasıyla eğlenceli filmi izlemelisiniz.


"Becoming Jane" Jane Austen'ın biyografisi niteliğini taşıyan bir romantik dram. Bu film için Jane rolü teklifini aldığında aslında teklifi geri çevirmeyi düşünmüş Anne. Fakat önceki filmlerinden biri olan Brokeback Mountain 'ın yönetmeni Ang Lee, bu rolü alması için ısrar etmiş. Çok da iyi yapmış bence. Çünkü Becoming Jane en sevdiğim filmlerden biri olmuştu izler izlemez.
Teklifi başta geri çevirmesine rağmen Anne Hathaway sırf bu filmdeki rolü için piyano çalmayı öğrenmiş. Herhalde sonradan kendisi de ne kadar iyi bir seçim olduğunu fazlasıyla fark edip, elinden geleni ardına koymamış diyebiliriz.


Sanırım en sevdiğim filme geldik. Beni benden alan "One Day".
Emma ile Dexter liseden mezun oldukları gece tanışır ve yıllarca arkadaşlık ederler. Dexter hovarda ve amaçsız hayatıyla meşgulken Emma hep bir gün gerçeği görüp birlikte olmaları gerektiğini anlasın diye onu bekler. Dexter önce İngilizce öğretmenliği, sonra bir gece yarısı şovu, sonra bir bilgisayar oyunu programı derken kendisini hiçbir yere getirmeyecek şeylerle meşgul olur ve yaptığı tek şey hayattan zevk almaktır. 
Aradan yıllar geçer, ve yaşadıkları onca şeyden sonra birlikte bir hayat kurarlar. Hepimiz de onlar için sevinirken, bu hayatın bu kadar kısa sürebileceğini kim düşünür ki?

One Day bir uluslararası bestseller uyarlaması. Kitabı okumadım ama filmi o kadar beğendim ki kitabı da okumak istiyorum. Hayatımda ilk kez arka arkaya 2 kez sinemaya gittiğim bir günün ilk seansı olarak seçtiğim bu filmi üstüne komedi türünde bir film izleyince hiç anlamamıştım. Bu yüzden birkaç gün önce evde sessiz sakin tekrar izledim. Bu sefer rahat rahat ağladım.

Anne Hathaway'in izlediğim o kadar filmi içinde en çok sevdiğim çifti bu filmde Jim Sturgess ile oluşturduğunu düşünüyorum. Belki de filmin hikayesinin etkileyiciliğindendir, bilmiyorum. Ama ben Emma ile Dexter'ı çok sevmiştim, hala da seviyorum. Ve eminim bu film her zaman en sevdiğim filmler arasında kalacak. 



Anne Hathaway'in filmlerinden izlediğim en sonuncusu Passengers olmuştu. Filmi tabi ki Anne olduğu için merak ettim, fakat bir uçak kazası üzerine kazadan sağ kurtulanları tedavi etmek için çalışan psikiyatristi canlandırmasından başka pek bir şey anlamadım bu filmden. Patrick Wilson ile bir nebze gözümüze de hitap etmesine rağmen bu filmde ne anlatıldı, sonunda ne oldu, eğer bunu okuyanlardan biri biliyorsa bir gün beni çevirip anlatsın. Çok memnun olurum zira dvdsini de aldım, yani arşivime de kattım, ama bir şey ifade etmedi.

Şimdi "son zamanlarda Anne ne yapmış?" dersek şu an en önemli haber Christopher Nolan'ın 2012'de gösterime girmesi planlanan Batman serisinin yeni filmi "The Dark Knight Rises" filminde Anne'in kedi kadın rolünde yer alacak olması. Hatta fragman çoktan yayınlandı bile!


Bilim kurgu ve süper kahramanlı filmleri sevmesem de Christopher Nolan'ın elinden çıkan ve benim izlemeyeceğim bir film olduğunu sanmıyorum. Şimdiden kuzenlerimle cümbür cemaat toplanıp gittiğimizi görebiliyorum hatta bu filme. Geçen yıl İnception'a da 11 kişi gidip salonun en arkasına dizilmiştik. Çok da güzel olmuştu.

Konumuza, daha doğrusu kişimize dönelim.

Anne Hathaway'in herhangi bir filmini izleyip de onu sevmeyen biri ile henüz tanışmadım. Eğer bunları okumuş fakat henüz Anne'in oyunculuğunu görme şansı edinmemişseniz ona bir şans verin derim. Ama bana kalırsa "One Day" ile başlamayın, daha önemsiz filmlerini izleyin. Çünkü o filmin bende özel bir yeri var. En azından benim hatrıma bu kadar çabuk harcamayın onu.

Son olarak da Anne'in birkaç gün önce 2 yıldan fazladır birlikte olduğu erkek arkadaşı Adam Shulman ile nişanlandığını ekleyeyim. İkisine de mutluluklar dileyip, daha fazla magazinel bilgi eklemeden bu yazıyı bitireyim.

Şimdiden soruyorum; Sizin favori Hathaway filminiz hangisi?

25 Kasım 2011 Cuma

Rihanna'yı Konuşuyoruz!



Geçen ayın ortalarına doğru şununla 21 Kasım'da Rihanna'ya "Talk That Talk" adlı albümüyle kavuşacağımızı söylemiştim. Fazlasıyla dikkat çekmiş ki tekrar tekrar paylaşmama gerek kalmadan yazdıklarım arasında en çok okunan yazı olarak kalmıştı birkaç gün. E 21 Kasım geldi de geçti bile, biz neden hala bu albüm üstüne konuşmadık?

Albümü çıkmasından çok çok önce dinlemek istemedim ama 21'ini de bekleyemedim. Geçtiğimiz pazartesi çıkan albüm cumartesiden mp3 çalarımdaki yerini almıştı.
Albümü bilgisayarda ilk kez açıp dinlemeye başladığımda sırayla giderken "Farewell"den ötesine geçemedim. Bu şarkının nakaratı bana tanıdık bir hikayeyi hatırlattığından 2-3 saat durmadan sadece bu şarkıyı dinledim. Ertesi gün ise albüme kaldığım yerden devam etmeye çalıştım.

Albümün geneline baktığımda sevmediğim bir şarkı yok. Önceki albümlerde illa ki sırayla giderken atladığım şarkılar oluyordu fakat bunda olmuyor. Sadece "We Found Love"ı eskisi kadar dinlemiyorum, yenilerin yanında onun da bir tekrara ihtiyacı olduğunu düşünmüyorum çünkü. Ama eğer elime mp3 çaları alıp başka şarkıya atlayacak havada değilsem hiç de rahatsız olmuyorum sayısını tutamadığım kez dinlemekten. O da eskiyecek gibi değil çünkü.

İlk izlenimlerde takıldığımız şarkılar oluyor illa ki. "Senin en sevdiğin şarkı hangisiydi?" derseniz, "gelin beraber dinleyelim" derim, Rihanna Vevo aracılığıyla!


Albümün sanırım tamamı Vevo'ya eklenmiş ama ne yazık ki benim en büyük favorim olan "Red Lipstick" henüz Vevo'da yok. Neden böyle görmezden gelinen şarkılara tutulurum bilmem, sesle oynanmış haliyle şarkıyı katletme pahasına sizle paylaşamıyorum çünkü bu kadar beğendiğim ve albümde en çok sevdiğim diye adlandırdığım şarkıya böyle kıyamam. Ama "Vevo bize neler verdi?" dersek, "Red Lipstick" kadar sevdiğim ve "Bu şarkı nasıl bu kadar kısa olabilir? Hadi ama, bir yerden çık da devamını getir şunun!" dememe neden olan "Birthday Cake" ile devam edebiliriz.



 Ve sonra albümde ilk takıldığım şarkı olan "Farewell" gelir.


"Farewell, somebody's gonna miss you
Farewell, somebody's gonna wish that you were here
That somebody's me" diyor Rihanna. Daha fazla bir şey söylemesine gerek kalmamasına rağmen, söyleyerek de içimizi acıtıyor sesindeki acıyla. O yüzden çok dinlemeyin bu şarkıyı. Ben sadece ilk dinlediğimde bu kadar takıldım, ve kaldığım yerden devam ediyorum hiç dinlememiş gibi.

Bu nasıl bir şanssızlık, anlamadım ama albümde bana göre en öne çıkan şarkılar henüz asıl kalitelerinde eklenmemişler Youtube'a. Bu yüzden ben söyleyeyim, sizin haberiniz olsun.

Albümün bana göre en güçlü şarkısı "Fool In Love". Rihanna burda anne ve babasını mutlu etmeyeceğine emin olduğu birine olan aşkını, o adamın da ona duyduğu aşk ve hayranlığı anlatıyor. "Don't get me wrong, I know he's not perfect in your eyes. But somehow he's flawless in mine." diyor onlara, ve "her ne pahasına olursa olsun sonuna kadar devam edecek bu" diyor.
Sözler hikaye gibi, Rihanna ise bu sözleri öyle bir şarkılaştırmış ki, sanki bir başkasının değil de kendi hikayesini anlatıyor. Albümde en sevdiğim şarkı olduğunu söyleyemem ama gücünü de inkar etmem mümkün değil. Hatta bana kalırsa albümdeki derinliği en yoğun olan şarkı da "Fool in Love".

Önceki albümlerde olan Nicki Minaj, Eminem gibi müziklerinden zevk aldığım insanların aksine bu sefer Jay Z ile albüme adını veren "Talk That Talk"u seslendirmiş Rihanna. Bu şarkı albümdeki favorilerimden biri olmasa da arada dilime dolandığını kabul etmem gerek. Dediğim gibi, albümde sıkıcı ve kötü tek bir şarkı yok. Sadece bazıları daha güzel geliyor bana.

Son zamanlarda durmadan Rihanna'nın şarkılarını dinlediğimi fark ettim, hatta Loud'a ara vermiş, Rated R ile hasret giderirken kavuştum Talk That Talk'a. Bir haftadır sadece onu dinliyorum, ama siz LÜTFEN SABIRSIZLIK EDİP İNTERNETTEN İNDİRSENİZ BİLE ALBÜMÜN ORJİNALİNİ SONRADAN EDİNİN ÇÜNKÜ BU İNSANLAR BUNA EMEK VE BİR SÜRÜ PARA HARCIYOR. VERİLEN EMEĞİ ÇALMAYIN.

Bu konuya özellikle değinmek istiyorum çünkü ben şarkılarını sevdiğim sanatçılar ve grupların albümünü kesinlikle alıyorum. Şu an bu albümün de ülkemize gelmesini bekliyorum, çünkü Rihanna'yla kucaklaşacağız!

Rihanna'nın genel geçer bir gerçeği dile getirişiyle veda ediyorum size, arayı açmama dileklerimle.

"We all want someone there to hold, we just want somebody
We all wanna be somebody's one and only"


Siz de çok geçmeden Rihanna'nın son albümüyle kaynaşın.

9 Kasım 2011 Çarşamba

Ryan Gosling ve Filmleri

   Bu adamın bu kadar büyük bir hayranı iken bu yazıyı nasıl bu kadar geç yazıyorum, bilmiyorum. Güç olmasın en azından, değil mi?

   Ryan Gosling 1980 doğumlu bir akrep adamı. Kendisini ilk kez "The Notebook"ta Noah rolünde izledim yanlış hatırlamıyorsam. Bu filmin temellendirildiği Nicholas Sparks'a ait o mükemmel roman, lise zamanlarımda deli gibi kitap okurken en sevdiklerim arasına kattıklarımdandı. Hatta filmde yer verilmemiş ama Ally'nin Noah'ya, hasta olmadan önce yazdığı o mektup beni hıçkırıklara boğmuştu. "Böyle bir kitabı hangi üstün varlık yazabilir?" demiştim ki, takip eden 1-2 yıllık zaman içinde kitabın filminin kitaptan daha meşhur olduğunu, tüm zamanların en iyi aşk filmlerinden biri olarak görüldüğünü öğrendim.
   TV8'in gündüz yayınladığı filmler arasında bulunuyordu bir gün The Notebook. Ve cidden güzel bir uyarlama olmuştu. Ama o Noah... O gencin o saf ve aptal aşık halleri, o sevgi ve merhamet dolu bakışları... İşte o zaman iş karakterden çıkıp onu canlandıran aktöre, yani Ryan Gosling'e geldi.

   Bundan bir kaç ay önce oturup iki filmini arka arkaya izledim Ryan Gosling'in. Bu iki gündür de 3 tanesini tükettim aynı şekilde. Geçen hafta ise sinemada hasret giderdik kendisiyle. Bu adamın olduğu bir filmi izleyip, onu sevmemek ne mümkün?

   Ryan Gosling sinema sektörünün temel taşı haline gelmiş oyuncularının çoğunun aksine bir tipe sadık kalıp sadece onu canlandırmada başarılı bir adam değil. Bunu nasıl yapıyor anlamıyorum ama, izlediğim o kadar farklı filmlerin her birinde başka biri değil de kendisini canlandırır gibi yapmış rolünü. Bu inanılmaz özelliği onun bu zamanlarda ne kadar sevildiğine bir kanıt olmak için tek başına yeterli. Ve eğer henüz bu mükemmel aktörle tanışmadıysanız, izlediğim bazı filmlerini paylaşabilirim sizle.

   Tabi ki ilk olarak bahsettiğim gibi The Notebook geliyor. The Notebook 17'li yaşlarında tanışan iki gencin aşk hikayesi. Hayat onları zengin kız-fakir çocuk temasıyla ayırsa da, onlar bir mucize ile 7 yıl sonra tekrar geri dönüyorlar o günlere. O gerçek aşk, hala ilk günkü gibi yaşıyor içlerinde. Sadece daha olgun, daha çok görmüş geçirmiş olarak.


   Sırada All Good Things var. Bu filmi başrolünü Kirsten Dunst ile paylaştığı için merak etmiştim. Sorunlu yönleri olan suça meyilli ve kirli işlerden para kazanan bir adamın oğlunu canlandırmış Gosling bu filmde. Kirsten Dunst ise nasıl biriyle evlendiğini bilmediğini iş işten geçtiğinde fark eden eşi olarak başrolü onunla paylaşmış.


   Bundan sonra Half Nelson geliyor. Bu filmde zencilerin olduğu bir okulda tarih öğretmenliği yapan uyuşturucu bağımlısı bir öğretmeni canlandıran Gosling, burdaki rolüyle ilk Oscar adaylığını da almış. Uyuşturucu içerikli ve bağımlıların betimlendiği filmleri sevmeyen ben bile bu filmden zevk aldım.


   Sanırım en zevk aldığım filmi olan Lars And The Real Girl'de sıra. Asosyallik ve insanlarla temas kurma, onlara yaklaşma problemi olan ve küçük bir kasabada yaşayan Lars, çalıştığı işyerinden bir arkadaşının anlatması üzerine insan görünümündeki cansız mankenlerden sipariş eder. Ona eşi gibi davranan Lars, yaşadığı yerde herkesin bunu böyle kabul edip ona bir insanmış gibi davranmaları gerektiğini öğretir. 
   Bu film hem eğlenceli hem de ara ara duygusal bir filmdi. Özgün senaryosu ve Gosling'in doktoru rolündeki Patricia Clarkson'ı ile kendini bana fazlasıyla sevdirdi.

 
   Blue Valentine, evli bir çiftin kötüye giden evliliğinin geçmişteki nedenlerine dönüyor. Bugünü ve geçmişi gösteriyor bize, ve burda Ryan Gosling başrolü Michelle Williams ile paylaşarak hiçbir şeyi olmasa bile karısından ve kızından ayrılmak istemeyen, ailesini bir arada tutmaya çalışan bir adamı canlandırıyor.
   Doğru söylemek gerekirse bu filmi heyecanla beklemiştim ama bana hiç hitap etmedi. Bu görüşüm imdb kullanıcıları tarafından çok acayip karşılansa da hala aynı kanıdayım.


   Komedi türü denince en sevdiğim ve işini en iyi yaptığına inandığım aktördür Steve Carell. Emma Stone, Easy A ile beni en çok güldüren filmin başrolüne sahip aktris... Bir çok Oscar adayı, yılların oyuncusu Julianne Moore... Bunlar yetmezmiş gibi yanlarında Ryan Gosling'i hediye ediyorlarsa, izlenmemesi imkansız olan bir film Crazy, Stupid, Love! Bu filmde eşinden ayrılmak istemeyen bir adamın, evliliğin getirdiği rutine son verme amacıyla her önerisini dinlediği çapkın, yakışıklı ve flörtöz örneği olacak Ryan Gosling. Bekarlığın eşiğindeki bu adam ise Steve Carell, tabi ki.


   Fracture bundan aylar önce internette de D&R'larda da arayıp bulamadığım bir cinayet filmiydi. Kullandığım torrent sitesine eklendiğini görünce hemen indirip izlediklerim arasına katmak için kolları sıvadım.
   Bu filmde kendisini aldatan eşini vuran bir adamın avukatını canlandıran ve bu cinayetin bu kadının kocası tarafından işlendiğini kanıtlamak, bu adamı hapse attırmak için parlak bir iş imkanını bile riske atan başarılı bir avukat rolünde Ryan. Yakalanmayacağına emin, karısının ölmesi için ise her türlü şeyi ardına koymayan Anthony Hopkins'in bu dahiyane oyunculuğuna edecek kelime bulmak çok zordu. Ben cinayet türündeki filmlerden zevk alan biri değilim ama bunu izlemeyi bitirir bitirmez Facebook'tan hayran sayfasını bulup 30 küsür bin kişiye katılmadan edemedim. Görmezden gelinip kayıtsız kalınacak bir film değil bu çünkü.


   Remember The Titans, biyografik bir spor filmi. Denzel Washington'ın canlandırdığı kişinin bir beyaz okuluna siyah Amerikan futbolu takım koçu olarak gelişiyle karşılaştığı zorluklar, ama bunları yenerek beyaz/siyah ayrımını kaldırıp kardeşliği öğrencilerin içine yerleştirecek şekilde onları bir takım olmaları için yetiştirmesini anlatıyor. Burda Gosling bu lise takımının bir parçası olarak çok da önemli olmayan bir rolde.


Stay, bir kazada ailesi ölen 20 yaşındaki resim bölümü öğrencisi Henry'nin başından geçen kaza üzerine görmeye başladığı psikiyatristle olan ilişkisini, bu kazanın psikiyatristte yarattığı zihin karmaşalarını ve benliğini unutacak noktaya gelişini gösteriyor. Psikiyatristimiz Ewan McGregor, sonunda hiç de beklemediği gerçeği öğreniyor.

   Ryan Gosling filmografisinden izlediğim son film The Believer. Danny, Yahudilerden nefret eden, özünde kendisi de Yahudi olan bir Yahudi karşıtıdır. Yahudilere duyduğu nefreti başkalarına gösterebilmek için kendi diniyle ilgili derinlemesine bilgi edinen ve Yahudilerin yaptıklarını, beklediklerini ve arzularını başkalarına anlatarak ikinci bir Hitler olma isteğindedir. Hatta Hitler onun gözünde Yahudi soykırımı konusunda başarısız kalmış bir adamdan başkası değildir. Fakat Danny işin içine girdikçe aslında istediğinin bu olmadığını görür. İçindeki çelişki bitmez.



   Bütün bu filmlere bakınca, sorunlu tipleri canlandırmanın onun işi olduğunu çıkaracak da olsak, başarılı bir avukatı, bir zamparayı ve bir aşığı da en az onlar kadar başarıyla canlandırdığını görürüz Ryan Gosling'in.

  Şimdi ben, yakın zamanda (18 Kasım 2011) ülkemizde gösterime girecek olan Ides of March'ı heyecanla bekliyorum.



   Ve aynı zamanda başka ülkelerde çoktan vizyona giren Drive'ın da ülkemizde ne zaman seyirciyle buluşacağını öğrenmek için sabırsızlanıyor, derin hayranlık duyduğum Carrey Mulligan ile başrolü paylaşan Ryan Gosling'i bir an önce izlemek istiyorum.


   Sizin favori Gosling filminiz hangisi?

3 Kasım 2011 Perşembe

Eskitemediğim Şarkılar

Eminim hepimizin yıllarca hiç bıkmadan dinlediği şarkılar vardır. Uzun bir aradan sonra bir yerlerde kulağımıza çalındığında "İşte o şarkı!" dediğimiz, eşlik etmekten kendimizi alamadığımız. Bizi çok duygulandıran, hatta belki de her dinlediğimizde gözlerimizi dolduran. Ne dinleyeceğimizi bilmediğimizde bile açsak, zevk almamıza neden olan. İşte benim için ilk dinlediğimden beri her dinleyişimde güzel gelen, eskitemediğim, güzel bir filmin sahnesinde karşıma çıksa gözlerimin dolacağına bile garanti verebileceğim birkaç şarkı var bu özellikleri taşıyan. Bunlar çok özel şarkılar, hatta arada sırada sosyal ağlarda başkaları da belki dinler ve sever diye paylaşmaya çalışırım.
Bir önem sıraları yok. Zaten hepsi de aynı değere sahip benim için. Kimilerini hiç duymamışsınızdır, kimilerini belki bin kez dinlemişsinizdir. Belki bazıları sizin için hiçbir şey ifade etmez, bazıları ise sizin de en sevdikleriniz, eskitemedikleriniz arasındadır.
Hadi şimdi bir kulak verin, dinleyebileceğiniz en güzel şarkılara.

Bu şarkıları size tanıtmak istediğimde aklıma son günlerde yine mp3 çalarımın konukları arasına katılan Shayne Ward geliyor ilk olarak. Ve tabi ki "No Promises".


Bu şarkıyı 3 yıl kadar önce bir arkadaşım Facebook'ta paylaştığında dinlemiştim ilk kez. Ve ilk dinleyişimden sonra hemen vazgeçemediğim şarkılar arasına eklendi.

Sözleriyle gözlerimi dolduran Daniel Bedingfield'da sıra. "If You're Not The One" diyecek o da.


Bunu annemin 4-5 yıl kadar önce aldığı Joy FM'in derlemesi "100 Love Songs" albümünde dinlemiştim ilk kez. Bu da aynı şekilde bu kadar önemsenmesi için defalarca dinlenmeyi beklemedi.

Aklıma bunlardan sonra Ronan Keating geliyor. Birkaç arkadaşıma dinlettirdiğim ve dinleyenlerin sevdiği güzel bir şarkı, "If Tomorrow Never Comes".


Bu şarkıyı ilk kez ne zaman nerde dinlediğimi hatırlamıyorum açıkçası. Ortaokulda dinlemiş bile olabilirim. Ama hala çok seviyorum ve arada özler, açıp dinlerim.

Sırada Backstreet Boys var. Aslında Backstreet Boys deyince aklıma onlarca eskitilemeyecek şarkı geliyor ama bugünlerde beni en iyi anlatan şarkı "I Still" olacak. Bu şarkının bulunduğu "Never Gone" albümü, edindiğim ilk orjinal yabancı cd formatında albümdü. Hatta 24 liraya aldığımı bile hatırlıyorum, Bayrampaşa Carrefour'dan.

Plumb, üniversiteye başlamadan önceki yaz bir kuzenimin yine Facebook'tan "Blush (Only You)" adlı şarkısının Twilight'tan bazı karelerle derlenmiş videosunu paylaşması üzerine tanıştığım bir grup oldu. Müzik türü bir yerlerde okuduğum kadarıyla "Religious Rock" (nasıl bir türse) olan Plumb'ı daha sonra derinlemesine öğrenmek ve dinlemek için bulabildiğim her şarkısını indirdim. Bugün yine belki de 2 yıl sonra ilk kez dinleyip hasret giderdiğim "In My Arms", dün hatırlayıp bilgisayarımda bulup dinlediğim "Always" arka arkaya eklemem gereken, eskitemediğim şarkılardan.

İlk olarak "In My Arms".

Ve "Always".


Elisa, bir fotoğrafçının sitesinde ilk kez dinleyip sözleriyle Google'dan aradığım "Rock Your Soul" şarkısı sayesinde o mükemmel sesiyle tanıştığım bir sanatçı. Çok sevdiğim 3-4 şarkısı olsa da şimdi paylaşabilecek kadar etkileyici olduğuna inandığım ve Facebook'ta şimdiye kadar birkaç kez paylaştığım şarkısı, "Dancing".


Geçen yıl "Yılın Şarkısı" dalında Grammy ödülü alan "Need You Now" ile Lady Antebellum da bu listede yerini alacak. Bu şarkının sözlerinin insanı etkilememesi imkansız.



OneRepublic, canlı canlı izlemek istediğim 2 gruptan biri. Beni yakından tanıyanlar liseden beri hayranları olduğumu bilirler. "All This Time"ın bende çok özel bir yeri vardır. Asla gelmeyeceğine inandığım gibi birini bulduğumda dinlemesi gerektiğini düşünmüşümdür hep. Ve o insan beklemediğim zamanda geldiğinde bir gün bu isteğimi hatırlayıp ona da dinlettirdiğim bir şarkı olmuştur. Bu da bu listedeki bütün şarkılar gibi arada açıp dinlediklerimden.



Aslında bakınca bir sürü şarkı daha geliyor aklıma. Ama tabi bütün bu şarkıların ortak özelliği olan duygusal etkileyicilik, söz derinliği ve göz yaşartma potansiyeli yüksekliği Adele'nin neredeyse her şarkısında olan bir şey. Bu mükemmel ses ve şiirsel sözleri bize her duyurduğunda içimizi titreten Adele'nin eskiyecek tek bir şarkısı bile olmaması inkar edilemez bir gerçek. Yine de ben son zamanlarda en çok sevdiğim "Make You Feel My Love" ile bu listeyi sonlandıracağım şimdilik. Umarım ilk kez dinleyenler de benim kadar severler.



Ve bu yazıyı yazıp bu şarkıları paylaştığım için, bana içten içe teşekkür eder, en azından 1 tane şarkıyı burdan kendi eskitemedikleri şarkıların listesine eklerler.

İlk fırsatta her dinlediğimde ayaklanıp bir şeyler yapmama ya da temposuyla kendime gelmeme neden olan şarkıları da aynı şekilde yazıp paylaşmaya çalışacağım. Bunlar bugüne ve bu havaya iyi gidecekleri için böyle seçildiler şimdilik :)

20 Ekim 2011 Perşembe

Dinleyecek Birileri Daha; Ed Sheeran



Geçenlerde yeni bir şeyler dinleyeyim derken, kullandığım torrent sitesinde son eklenen albümlerde Ed Sheeran'ı gördüm. Müziğinin türü hakkında fikir edinmek için Youtube'da ismini yazar yazmaz çıkan ilk videoyu başka sitelerde dolanırken dinlemek üzere açtım.


Ve albümü hemen indirmeye başladım, şarkı daha bitmeden. Hemen dışarı çıkmam gerekiyordu, mp3 çalarıma yeni bir isim daha ekleyerek fırladım yağmurlu İstanbul sokaklarına.
Otobüste albümü dinlemeye başladım ve daha ilk izlenimim olumluydu. Şimdi 5-6 gündür Ed Sheeran'ın bu 3.albümü olan "Plus"ı dinliyorum. 3.albüm deyince "neden uzun zamandır duymadık ki ismini?" diye düşünmüş olabilirsiniz. Açıkçası benim de bir fikrim yok. Geç olsun güç olmasın diyelim. Umarım bundan sonra çok daha fazla dinleriz kendisini.

"En çok sevdiğim şarkısı" diye adlandırabileceğim bir şarkı yok şu an ama diğerlerinden daha çok hoşuma giden şarkı iki gündür "The City".


Dinler dinlemez sevdiğim ve nedense kendi kendime gülümsememe neden olan şarkısı "Small Bump", elimden gelse herkese bir çift kulaklık verip sakin bir ortamda tadını çıkara çıkara dinleteceğim bir şarkı. Çok çok güzel.
Albümdeki versiyonuna video yapılmamış ama akustik versiyonunun da ondan kalır yanı yok bu şarkıdan keyif alabilmek açısından. Kesinlikle dinlemelisiniz. Dinleyin be!


Ben Ed Sheeran'ın sesi ve şarkılarıyla tanıştığım için memnunum. Her dinlediğim insanı Facebook'ta beğendiklerim arasına katmam ama kendisi o mertebeye erişti. Hayranları henüz milyonları bulup aşırı popüler olmadan siz de tanışın kendisiyle derim. Ben nedense herkesin sevdiği şeyleri sevmeyi sevmiyorum. Çoğu zaman elimde olmadan sevsem de.

Neyse. Başka konular ve konuklarla görüşmek üzere.

11 Ekim 2011 Salı

Rihanna'dan yeni albüm; "Talk That Talk"

Uzun zaman sonra tekrar bir blog girişi yapabiliyorum! Ve yazacağım ilk şeyin heyecan vermemesi mümkün değil!
Rihanna'nın yeni bir albümünün satışa çıkarılacağı, yapım aşamasında olduğu, hayranlarıyla buluşmayı beklediği türünde her haberle heyecanlanan biri olduğum bir gerçek. Bu aralar "yeni bir şeyler dinleyebilsem" diye iç geçirirken bu haberi almak benim için mükemmel oldu!
Rihanna'nın yeni ve 6.stüdyo albümü "Talk That Talk", 21 Kasım'da satışa sunulacak. Ve ilk single "We Found Love" yayınlandı. Dün gece heyecanla ilk kez dinlemek için indirip mp3 çalarıma attım şarkıyı ve dinler dinlemez sevdim. Hatta itiraf etmek gerekirse bugün dinlediğim tek şey oldu ve sanırım 3-4 saat kadar dinledim.



Eminim albümün geri kalan şarkıları da en az "We Found Love" kadar iyi olacaktır.

Geri sayım için 40'tan başlayabiliriz. Şimdiden hoşgeldin "Talk That Talk". Loud'dan sonra ara çok açılmadan piyasaya bir albüm daha sürülecek olması süper oldu.

Son olarak sizi "We Found Love" ile tanıştırma görevimi yerine getirerek çekiliyorum huzurlarınızdan.


Yakın zamanda tekrar görüşmek üzere.

4 Eylül 2011 Pazar

Lady Gaga'yı Sevin, Born This Way'i Dinleyin!

Şimdi neden böyle bir başlık uygun görüldü bu yazıya, amacım tamamen bunu anlatmak olacak. Ve bunları yazan kişi, emin olun Lady Gaga'nın tabiriyle bir "Little Monster" değil.
(Lady Gaga hayranlarını "Little Monsters", kendisini ise "Mother Monster" olarak isimlendirdi. Bu sanırım "That boy is a monsteer, mo-mo-mo-mo-monster, He ate my heart" diye giden "Fame Monster" adlı albümündeki meşhur şarkıdan kaynaklı bir durum. Emin değilim ve araştırma yapmaya harcayacak zamanım yok, zira bu bilgisayarımdan yazdığım son blog yazısı olacak ve son saatlerinde böyle bir şeyle zaman öldürmek istemem.)

Lady Gaga, "Poker Face" ile pop seven sevmeyen bütün müzikseverleri etkisi altına almış, müzik dünyasını kasıp kavurmuştu hatırlarsanız. Sanırım bundan sadece 2 yıl önceydi bu. Ve şu an öyle bir haldeyiz ki müzik ilgilileri olarak, sanki Lady Gaga 25 değil, 45 yaşında ve Madonna gibi yıllardır hayatımızda. (Hatta Madonna'yı çoktan bir köşeye attığımızı görebiliriz Lady Gaga ile karşılaştırıldığında)
Belki şarkılarının videoları yüz milyonlarca kez izlenmiyor ama ciddi bir takipçi ve hayran kitlesi var Lady Gaga'nın. Hatta geçenlerde, nerde okuduğumu hatırlamıyorum ama, bir yerde gördüğüm kadarıyla "yaşayan en çok takipçisi olan kişi" Twitter'da. 12 milyondan fazla takipçisi var. Ve paylaştığı fotoğraflar binlerce kez görüntülenip yorum alıyor.
Yani, bazıları ne kadar nefret etse de, bu çılgın kadın müzik dünyasının şu zamanlarının en temel taşlarından biri haline geldi.
Lady Gaga'yı 2009 yazında bulduğumda hazine bulmuş kadar sevindim desem yalan olmaz. Çünkü "upbeat" müziği çok severim ama istisnasız her yaptığı şeyi dinleyebileceğim biri olduğuna inanmıyordum o zamanlara kadar. Sanırım ben de milyonlarca insan gibi Poker Face sayesinde tanıdım onu, sonra da Love Games geliyordu yanılmıyorsam. Ve daha bir çok single ile bu devam etti.

Born This Way albümüne gelecek olursak...



Albümün ön kapağına bir yorum getiremem de, gördüğünüz gibi arka kapaktaki resim hakkaten çok saçma. O yine kendince bir felsefe ve anlam yükleyip böyle bir şey yapılmasını uygun görmüştür ama ben bu edebiyatçı ve herşeye derininden bakmaya meyilli halimle bile bu zırvalığa bir anlam veremedim. Yani, nedir bu? Rakçı, rokçu da değilsin ki Gaga?

Neyse. Şimdi bu sanatsal değerlendirmeleri geçiyorum.

Sanırım Lady Gaga'dan nefret ettiğini düşünecek kadar yoğun hisler içindeki insanların nefretlerinin en büyük nedeni onun kendisini çirkin göstermek ve giyinmemek için elinden geleni ardına koymayışı. Bir iki videosunu bile izlemeniz video içeriklerinin -nerdeyse istisnasız olarak- +18 olduğunu görmenize yeter. Ve bu yüzdendir ki, sizi, "Born This Way"i videoları izlemeden dinlemeye davet ediyorum!


İlk olarak "Heavy Metal Lover"ı seçtim. Bu şarkı, albüme yüzeysel olarak baktığımda bağımlısı olduğum ilk 3-4 şarkıdan biriydi. Genelde kulağıma hoş gelmesiyle takıntı yaparım ben şarkıları. Bu ve ardından gelen diğer şarkıların da istisnai bir durumu olmadı.


Bu da "Electric Chapel". "If you want me, meet me in Electric Chapel" diyor burda Gaga, şarkıda dialog kurduğu adama. Sanırım bu bana ilginç gelmişti. Eğer münasip tanıdıklarınız varsa, önerin de baş göz edelim Gaga'yı. Ne kadar erken, o kadar iyi.


Bu da yine ilk gözdelerimdendi. "Fashion of His Love". Nakaratı hala her dinlediğimde gülümsememe neden oluyor.
"I've seen all the signs from above,
I'm gonna be the one that he loves
I was made for loving him,
For Fashion of his Love"
Bu şarkıyı Alexander MacQueen için yazdığını söyleyen Lady Gaga, yakın arkadaşının kaybını bizlere böyle hatırlatmak istemiş sanırım. Her ne kadar modayla dolu bir şarkı olmasa da, en azından ismi bizlere yetiyor.

Benim bu albümü şarkı atlamadan dinlemem tam 3 ayımı aldı. Mayıs sonunda piyasaya sürülen albümü 3 aydan fazladır dinliyorum ama şarkılara hep tek tek takıldım. Çoğu zaman 3-4 gün üstüste sadece bir şarkıyı dinledim albümden. Diğerlerine nasıl alışırım, bilmiyordum da.
Şu an en sona bıraktığım Scheisse'yi de çok çok seviyorum. Ve albümü Marry The Night ile başlayıp The Edge of Glory ile bitirecek kadar seviyorum. Çünkü tek bir şarkısı bile dinlenmeden atılacak gibi değil. Dediğim gibi, sadece benim biraz zamanımı aldı. Ama değdi.

Sonuç olarak, bana kalırsa albümün KESİNLİKLE single olarak sürülmesi gereken şarkıları Marry The Night, Bloody Mary ve Scheisse.
Özellikle Marry The Night, her dinlediğimde beni benden alıyor.



Albümün yan etkileri olabilir. Çok kederliyseniz tadını alabileceğiniz bir albüm olmadığını söylemem gerekir. Ama az da olsa özgürlüğü kısıtlanan biriyseniz, "Yeter artık be! Bir bırakın da istediğimiz gibi yaşayalım!" demeci sizin için uygunsa, bu albümdeki bir çok şarkı sizi greve sürükleyecek kadar güçlü. Hele ki eğilimliyseniz, suçlusu Gaga olmasın.

Özet olarak, Lady Gaga saçma sapan tarzı, görüntüsü, iğrenç videoları, sapkın yönleri olan, saçma görüşleri savunan biri olabilir, ama bu onun sesinin gücünü ve şarkılarının kendi dalında hiçbir rakibi olmadığı gerçeğini inkar etmemiz için asla yeterli olmaz. Bu yüzden,

Lady Gaga'yı Sevin, Born This Way'i Dinleyin!

22 Ağustos 2011 Pazartesi

Taylor Swift'le nasıl tanıştım?

Son birkaç yıldır kendisiyle ilgili gelişmeleri takip ettiğim sanatçıların bir yerlerde bir şekilde Taylor Swift'le resmini görüyordum. Ya da magazin portallarında yayınlanan müziksel başarılarını, ödül törenlerinde kucağını doldurup salonlardan ayrılışını, fazlasıyla yüksek sayılardaki albüm satışlarını ve dahası...
Ama nedense o sapsarı saçları ve kıpkırmızı ruju, simsiyah liner çekilmiş gözleriyle vamp kadın imajı çiziyordu benim gözümde. Hatta başarılarını orda burda okudukça "bu kız neresinden şarkı söylüyor olabilir ki?" gibi laflar bile etmiştim.
Sinemaya olan ilgimle birçok filmi tüketmeye son hız devam ederken Valentine's Day'i izledim geçen aylarda. Orda da tam bir zıpır kız rolündeydi. Aptal aşık da diyebiliriz (bilirsiniz, meşhur kurt adamımız Jacob rolündeki Taylor Lautner ile liseli sevgilileri canlandırıyorlardı). Yani kendisiyle ilgili fikirlerimin değişeceği hiçbir şey görememiştim. Ki ben Taylor'ın başarılı bir müzisyenden çok, magazinel bir kişi olduğunu sanıyordum.
Evet, biraz ilginç oldu belki. Ama o kadar ilgisiz ve bilgisizdim.
Bundan birkaç ay önce Billboard Müzik Ödülleri törenini izlerken, (hangi dalda olduğunu hatırlamıyorum ama) ödülünü alması için sahneye çıkmadan önce adaylar arasında gösterildiğinde "Back To December" adlı şarkısının videosundan bir kısmı çıkmıştı. O birkaç saniye onun sesini ilk kez duyduğum saniyeler olmuştu. Ve sandığımın aksine hoşuma da gitmişti.
Töreni izledikten bir iki hafta sonra kendi kendime "yeni bir şeyler dinleyeyim" derken, kullandığım torrent sitesinde (bunu söylediğime çok utandım şu an ama burda kesemeyeceğim) "Speak Now" albümünü bulup indirdim. Sanırım ilk şarkıları geçip direkt "Back to December"dan dinlemeye başlamıştım albümü. Ama sonra sırayla devam edeyim dediğimde ilk günlerde diğer şarkılara ilerlememe engel olan "Speak Now" favorimdi.
Şarkıların her biri ayrı bir roman gibi. Hikaye diyemeyeceğim çünkü hikaye olarak adlandırmak hakkını vermez benim gözümde. Özellikle de "Speak Now"un hikayesi o kadar eğlenceliydi ki, herhangi bir siteden şarkı sözlerini açıp bakmak yerine Taylor'dan dinleye dinleye her bir detayı anlamak istedim. Ve ona nakaratta  "Don't say "yes" run away now" diye eşlik ederken "neden bunu bu kadar içten söylüyorum ki?" diye kendime soruyordum. Ama inanın çok eğleniyorsunuz bazı şarkıları dinlerken. Bazıları da duygularınıza o kadar hitap ediyor ki, içinizi titretiyor sanki.
"Speak Now", her bir şarkısı için ayrı bir hafta ayrılabilecek kadar derin bir albüm. Ve kesinlikle verilecek her kuruşa değecek, arşivinize eklemeniz gereken bir albüm. (Bu yüzden ben bu hafta alacağım, bilgisayara indirmekle kalacağımı sanıyorsanız yanılıyorsunuz)
Ayrıca indirdiğim torrent bana dijital albüm kitapçığını da vermiş. Her bir sayfa için ayrı özenle çekilmiş resimler ağzımı bir karış açık bıraktı. Sonra gördüm neden bu şarkılar, bu şarkıların videoları ve bu albüm fotoğrafları bu kadar mükemmel ve "benim albümüm olsa böyle yapardım" dediğim şekilde hazırlanmış, Taylor Swift'le aynı burcu paylaşıyoruz, hatta doğumgünlerimiz arasında sadece 1 hafta var. Ve yay burçları genelde mükemmelliyetçidir. Bu işlerin de her biri ayrı mükemmeldi.







Sizce de her biri ayrı sanat eseri değil mi bu fotoğrafların?

Sona bu albüm için albümü anlatan yazısını sakladım. Eminim okursanız derinden hissedeceksiniz her bir kelimesini.


Bu arada magazinel şeyler sizi daha çok çekerse, "Back to December" Taylor Lautner için yazılmış.
Bu bile Taylor Swift dinlemeniz için bir neden olmazsa, çok büyük bir şeyi kaçırıyorsunuz demektir.


Umarım bu yazı bana bir Taylor Swift sever arkadaş daha kazandırır. Bilirsiniz, sevilen şeylerin heyecanı daha bir farklı paylaşılıyor.