30 Kasım 2011 Çarşamba

Anne Hathaway ve Filmleri



Geçenlerde Anne Hathaway'in rol aldığını bildiğim için izlediğim film sayısına bakayım diyerek şunu açtığımda tam 11 film izlediğimi fark ettim Anne'in dahil olduğu. Tabi biri hariç hepsinde de başroldeydi. Peki Anne Hathaway nasıl biri, ve onunla ilgili kayda değer neler öğrenebiliriz, bu soruya bir cevap vereyim şimdi.


Anne Hathaway 12 Kasım 1982, Brooklyn doğumlu,  fazlasıyla sevilen ve de bilinen bir aktris. Oyuncu olmadan önce meşhur ve gözde bir sopranoymuş Anne, fakat birçok sinema severle tanışmasına vesile olan "The Princess Diaries" ile bu ünü, müzikten sinema sektörüne kaymış.
Anne'in filmografisine baktığımda gördüğüm ilk filmin "The Princess Diaries" olması beni şaşırtmıştı. Sanki başka ve çok da haberimiz olmayan yapımlarda da yer almıştır diye hayal etmiştim merak edip bakana kadar. Ama ilk adımını sağlam atmış Anne, ve devamı da gelmiş.

Anne Hathaway bence en çok romantik dram türüne yakışıyor. Dışardan ne kadar güçlü ve kendisine yeten biri gibi gözükse de, içinde büyük bir aşkı taşıyan, bu aşkı ona yaşatan için her türlü fedakarlıktan kaçınmayacak kadın profilini çok iyi çiziyor, ve seyirciye hissettiriyor. Peki Anne Hathaway denince benim aklıma hangi filmler geliyor? Sırada bu sorunun cevabı var.


Alice in Wonderland, vizyona girdiğinde en yakın arkadaşımla, sırf Johnny Depp için gidip gördüğümüz bir filmdi. Aslında o aralar sinemayla bu kadar ilgilenmediğim için Johnny Depp'ten başka kimseyle ilgili bir fikrim dahi yoktu. Tabi kostüm tasarım dalında Oscar almış olan bu filmi izlerken "şu elbisenin güzelliğine bak, aa bu da çok güzelmiş, oo bu hepsinden de güzelmiş" deyip durmuştum. Meğer Anne burda İyilik Kraliçesi rolündeymiş de, haberimiz yokmuş...


İki yakın arkadaşın aynı zamanda evlilik teklifi alması üzerine çocukluk hayallerini gerçekleştirmek için düğünlerini yapmayı planladıkları otelde aynı güne rezervasyon kayıtları alınınca aralarında nasıl bir kavga çıkabileceğini "Bride Wars" ile görebiliriz herhalde. Burda iki gelin adayımızdan biri Anne. Ve inanın çok eğlenceli bir film.


Sırada "Devil Wears Prada" var. Meşhur bir bestsellerdan uyarlama olan bu filmde Anne'in canlandırdığı karakter gözde bir moda dergisinde edindiği iş üzerine editörün gözüne girmek için çabalayan biri. Bu filmde hayranı olduğu Meryl Streep ile rol almak Anne için bir rüyayı gerçekleştirmek olmuştur herhalde. Çünkü en sevdiği oyuncuları saydığında Meryl Streep hep listesinde varmış.


"Valentine's Day" bir çok fazlasıyla sevilen ve ünlü oyuncunun rol aldığı, adından da anlaşılacağı üzere sevgililer gününü konu edinen bir film. Farklı çiftlerin hayatlarından kesitler birleştirilmiş. Bu tarz filmleri sevmesem de bu filmi beğenmiştim. Fakat işin komiği bu filmi şu an buraya Anne Hathaway de rol aldığı için dahil etmiş olmama rağmen filmde hangi çiftin nesiydi, hiç hatırlamıyorum. Yine de sırayı bozmadan son zamanlara kadar geleceğim.


"Get Smart" hayatımda en çok güldüğüm filmlerden biri olmuştu. Steve Carell ile başrolü paylaşan Anne, bu filmde bir ajan rolünde. Neyin peşinden gittiklerini hatırlamıyorum ama cidden gülmek istiyorsanız bu filmi kesinlikle öneririm. Steve Carell'ı da bu filmle tanımış ve çok sevdiğim oyuncular arasına katmıştım.


Parkinson hastası Maggie, Pfizer için satış temsilciliği yapan Jamie ile şurdaki iki filmin de üstüne kurulduğu şekilde bir ilişki edinir. Hastalığıyla baş etmeye çalışırken Jamie'nin ona duygusal bir yakınlık hissetmesinden korksa da, ikisi de bundan kurtulamayacak ve sonunda bunu kabul ederek farklı bir başlangıç yapmak isteyeceklerdir.
Jake Gyllenhaal'u çok da sevmeyen biri olarak bu filmi pek sevemedim. Gerçi Jake'i sevsem de sevmeyebilirdim, öyle bir filmdi. Bir çift olarak kimyaları tutmuyordu, fizikleri de (biyolojik yorumlamalar getiremeyeceğim, henüz o alanda uzmanlaşmadım). Konu da biraz sıkıcıydı. Anne'in hatrına izlemiş oldum yine de.

Sırada Anne'i bugünlere getiren birbirinin devamı niteliğinde iki film var.



Babasını hayatının hiçbir alanında tanımamış bir genç olan Mia, onun ölümü üzerine babanesiyle tanışır. Babanesinden aslında köklerinin Cenova sarayına dayandığını öğrenen Mia'dan Cenova'nın yeni prensesi olması beklenir. Peki neler mi olur? İşte bunu öğrenmek için bu iki fazlasıyla eğlenceli filmi izlemelisiniz.


"Becoming Jane" Jane Austen'ın biyografisi niteliğini taşıyan bir romantik dram. Bu film için Jane rolü teklifini aldığında aslında teklifi geri çevirmeyi düşünmüş Anne. Fakat önceki filmlerinden biri olan Brokeback Mountain 'ın yönetmeni Ang Lee, bu rolü alması için ısrar etmiş. Çok da iyi yapmış bence. Çünkü Becoming Jane en sevdiğim filmlerden biri olmuştu izler izlemez.
Teklifi başta geri çevirmesine rağmen Anne Hathaway sırf bu filmdeki rolü için piyano çalmayı öğrenmiş. Herhalde sonradan kendisi de ne kadar iyi bir seçim olduğunu fazlasıyla fark edip, elinden geleni ardına koymamış diyebiliriz.


Sanırım en sevdiğim filme geldik. Beni benden alan "One Day".
Emma ile Dexter liseden mezun oldukları gece tanışır ve yıllarca arkadaşlık ederler. Dexter hovarda ve amaçsız hayatıyla meşgulken Emma hep bir gün gerçeği görüp birlikte olmaları gerektiğini anlasın diye onu bekler. Dexter önce İngilizce öğretmenliği, sonra bir gece yarısı şovu, sonra bir bilgisayar oyunu programı derken kendisini hiçbir yere getirmeyecek şeylerle meşgul olur ve yaptığı tek şey hayattan zevk almaktır. 
Aradan yıllar geçer, ve yaşadıkları onca şeyden sonra birlikte bir hayat kurarlar. Hepimiz de onlar için sevinirken, bu hayatın bu kadar kısa sürebileceğini kim düşünür ki?

One Day bir uluslararası bestseller uyarlaması. Kitabı okumadım ama filmi o kadar beğendim ki kitabı da okumak istiyorum. Hayatımda ilk kez arka arkaya 2 kez sinemaya gittiğim bir günün ilk seansı olarak seçtiğim bu filmi üstüne komedi türünde bir film izleyince hiç anlamamıştım. Bu yüzden birkaç gün önce evde sessiz sakin tekrar izledim. Bu sefer rahat rahat ağladım.

Anne Hathaway'in izlediğim o kadar filmi içinde en çok sevdiğim çifti bu filmde Jim Sturgess ile oluşturduğunu düşünüyorum. Belki de filmin hikayesinin etkileyiciliğindendir, bilmiyorum. Ama ben Emma ile Dexter'ı çok sevmiştim, hala da seviyorum. Ve eminim bu film her zaman en sevdiğim filmler arasında kalacak. 



Anne Hathaway'in filmlerinden izlediğim en sonuncusu Passengers olmuştu. Filmi tabi ki Anne olduğu için merak ettim, fakat bir uçak kazası üzerine kazadan sağ kurtulanları tedavi etmek için çalışan psikiyatristi canlandırmasından başka pek bir şey anlamadım bu filmden. Patrick Wilson ile bir nebze gözümüze de hitap etmesine rağmen bu filmde ne anlatıldı, sonunda ne oldu, eğer bunu okuyanlardan biri biliyorsa bir gün beni çevirip anlatsın. Çok memnun olurum zira dvdsini de aldım, yani arşivime de kattım, ama bir şey ifade etmedi.

Şimdi "son zamanlarda Anne ne yapmış?" dersek şu an en önemli haber Christopher Nolan'ın 2012'de gösterime girmesi planlanan Batman serisinin yeni filmi "The Dark Knight Rises" filminde Anne'in kedi kadın rolünde yer alacak olması. Hatta fragman çoktan yayınlandı bile!


Bilim kurgu ve süper kahramanlı filmleri sevmesem de Christopher Nolan'ın elinden çıkan ve benim izlemeyeceğim bir film olduğunu sanmıyorum. Şimdiden kuzenlerimle cümbür cemaat toplanıp gittiğimizi görebiliyorum hatta bu filme. Geçen yıl İnception'a da 11 kişi gidip salonun en arkasına dizilmiştik. Çok da güzel olmuştu.

Konumuza, daha doğrusu kişimize dönelim.

Anne Hathaway'in herhangi bir filmini izleyip de onu sevmeyen biri ile henüz tanışmadım. Eğer bunları okumuş fakat henüz Anne'in oyunculuğunu görme şansı edinmemişseniz ona bir şans verin derim. Ama bana kalırsa "One Day" ile başlamayın, daha önemsiz filmlerini izleyin. Çünkü o filmin bende özel bir yeri var. En azından benim hatrıma bu kadar çabuk harcamayın onu.

Son olarak da Anne'in birkaç gün önce 2 yıldan fazladır birlikte olduğu erkek arkadaşı Adam Shulman ile nişanlandığını ekleyeyim. İkisine de mutluluklar dileyip, daha fazla magazinel bilgi eklemeden bu yazıyı bitireyim.

Şimdiden soruyorum; Sizin favori Hathaway filminiz hangisi?

25 Kasım 2011 Cuma

Rihanna'yı Konuşuyoruz!



Geçen ayın ortalarına doğru şununla 21 Kasım'da Rihanna'ya "Talk That Talk" adlı albümüyle kavuşacağımızı söylemiştim. Fazlasıyla dikkat çekmiş ki tekrar tekrar paylaşmama gerek kalmadan yazdıklarım arasında en çok okunan yazı olarak kalmıştı birkaç gün. E 21 Kasım geldi de geçti bile, biz neden hala bu albüm üstüne konuşmadık?

Albümü çıkmasından çok çok önce dinlemek istemedim ama 21'ini de bekleyemedim. Geçtiğimiz pazartesi çıkan albüm cumartesiden mp3 çalarımdaki yerini almıştı.
Albümü bilgisayarda ilk kez açıp dinlemeye başladığımda sırayla giderken "Farewell"den ötesine geçemedim. Bu şarkının nakaratı bana tanıdık bir hikayeyi hatırlattığından 2-3 saat durmadan sadece bu şarkıyı dinledim. Ertesi gün ise albüme kaldığım yerden devam etmeye çalıştım.

Albümün geneline baktığımda sevmediğim bir şarkı yok. Önceki albümlerde illa ki sırayla giderken atladığım şarkılar oluyordu fakat bunda olmuyor. Sadece "We Found Love"ı eskisi kadar dinlemiyorum, yenilerin yanında onun da bir tekrara ihtiyacı olduğunu düşünmüyorum çünkü. Ama eğer elime mp3 çaları alıp başka şarkıya atlayacak havada değilsem hiç de rahatsız olmuyorum sayısını tutamadığım kez dinlemekten. O da eskiyecek gibi değil çünkü.

İlk izlenimlerde takıldığımız şarkılar oluyor illa ki. "Senin en sevdiğin şarkı hangisiydi?" derseniz, "gelin beraber dinleyelim" derim, Rihanna Vevo aracılığıyla!


Albümün sanırım tamamı Vevo'ya eklenmiş ama ne yazık ki benim en büyük favorim olan "Red Lipstick" henüz Vevo'da yok. Neden böyle görmezden gelinen şarkılara tutulurum bilmem, sesle oynanmış haliyle şarkıyı katletme pahasına sizle paylaşamıyorum çünkü bu kadar beğendiğim ve albümde en çok sevdiğim diye adlandırdığım şarkıya böyle kıyamam. Ama "Vevo bize neler verdi?" dersek, "Red Lipstick" kadar sevdiğim ve "Bu şarkı nasıl bu kadar kısa olabilir? Hadi ama, bir yerden çık da devamını getir şunun!" dememe neden olan "Birthday Cake" ile devam edebiliriz.



 Ve sonra albümde ilk takıldığım şarkı olan "Farewell" gelir.


"Farewell, somebody's gonna miss you
Farewell, somebody's gonna wish that you were here
That somebody's me" diyor Rihanna. Daha fazla bir şey söylemesine gerek kalmamasına rağmen, söyleyerek de içimizi acıtıyor sesindeki acıyla. O yüzden çok dinlemeyin bu şarkıyı. Ben sadece ilk dinlediğimde bu kadar takıldım, ve kaldığım yerden devam ediyorum hiç dinlememiş gibi.

Bu nasıl bir şanssızlık, anlamadım ama albümde bana göre en öne çıkan şarkılar henüz asıl kalitelerinde eklenmemişler Youtube'a. Bu yüzden ben söyleyeyim, sizin haberiniz olsun.

Albümün bana göre en güçlü şarkısı "Fool In Love". Rihanna burda anne ve babasını mutlu etmeyeceğine emin olduğu birine olan aşkını, o adamın da ona duyduğu aşk ve hayranlığı anlatıyor. "Don't get me wrong, I know he's not perfect in your eyes. But somehow he's flawless in mine." diyor onlara, ve "her ne pahasına olursa olsun sonuna kadar devam edecek bu" diyor.
Sözler hikaye gibi, Rihanna ise bu sözleri öyle bir şarkılaştırmış ki, sanki bir başkasının değil de kendi hikayesini anlatıyor. Albümde en sevdiğim şarkı olduğunu söyleyemem ama gücünü de inkar etmem mümkün değil. Hatta bana kalırsa albümdeki derinliği en yoğun olan şarkı da "Fool in Love".

Önceki albümlerde olan Nicki Minaj, Eminem gibi müziklerinden zevk aldığım insanların aksine bu sefer Jay Z ile albüme adını veren "Talk That Talk"u seslendirmiş Rihanna. Bu şarkı albümdeki favorilerimden biri olmasa da arada dilime dolandığını kabul etmem gerek. Dediğim gibi, albümde sıkıcı ve kötü tek bir şarkı yok. Sadece bazıları daha güzel geliyor bana.

Son zamanlarda durmadan Rihanna'nın şarkılarını dinlediğimi fark ettim, hatta Loud'a ara vermiş, Rated R ile hasret giderirken kavuştum Talk That Talk'a. Bir haftadır sadece onu dinliyorum, ama siz LÜTFEN SABIRSIZLIK EDİP İNTERNETTEN İNDİRSENİZ BİLE ALBÜMÜN ORJİNALİNİ SONRADAN EDİNİN ÇÜNKÜ BU İNSANLAR BUNA EMEK VE BİR SÜRÜ PARA HARCIYOR. VERİLEN EMEĞİ ÇALMAYIN.

Bu konuya özellikle değinmek istiyorum çünkü ben şarkılarını sevdiğim sanatçılar ve grupların albümünü kesinlikle alıyorum. Şu an bu albümün de ülkemize gelmesini bekliyorum, çünkü Rihanna'yla kucaklaşacağız!

Rihanna'nın genel geçer bir gerçeği dile getirişiyle veda ediyorum size, arayı açmama dileklerimle.

"We all want someone there to hold, we just want somebody
We all wanna be somebody's one and only"


Siz de çok geçmeden Rihanna'nın son albümüyle kaynaşın.

9 Kasım 2011 Çarşamba

Ryan Gosling ve Filmleri

   Bu adamın bu kadar büyük bir hayranı iken bu yazıyı nasıl bu kadar geç yazıyorum, bilmiyorum. Güç olmasın en azından, değil mi?

   Ryan Gosling 1980 doğumlu bir akrep adamı. Kendisini ilk kez "The Notebook"ta Noah rolünde izledim yanlış hatırlamıyorsam. Bu filmin temellendirildiği Nicholas Sparks'a ait o mükemmel roman, lise zamanlarımda deli gibi kitap okurken en sevdiklerim arasına kattıklarımdandı. Hatta filmde yer verilmemiş ama Ally'nin Noah'ya, hasta olmadan önce yazdığı o mektup beni hıçkırıklara boğmuştu. "Böyle bir kitabı hangi üstün varlık yazabilir?" demiştim ki, takip eden 1-2 yıllık zaman içinde kitabın filminin kitaptan daha meşhur olduğunu, tüm zamanların en iyi aşk filmlerinden biri olarak görüldüğünü öğrendim.
   TV8'in gündüz yayınladığı filmler arasında bulunuyordu bir gün The Notebook. Ve cidden güzel bir uyarlama olmuştu. Ama o Noah... O gencin o saf ve aptal aşık halleri, o sevgi ve merhamet dolu bakışları... İşte o zaman iş karakterden çıkıp onu canlandıran aktöre, yani Ryan Gosling'e geldi.

   Bundan bir kaç ay önce oturup iki filmini arka arkaya izledim Ryan Gosling'in. Bu iki gündür de 3 tanesini tükettim aynı şekilde. Geçen hafta ise sinemada hasret giderdik kendisiyle. Bu adamın olduğu bir filmi izleyip, onu sevmemek ne mümkün?

   Ryan Gosling sinema sektörünün temel taşı haline gelmiş oyuncularının çoğunun aksine bir tipe sadık kalıp sadece onu canlandırmada başarılı bir adam değil. Bunu nasıl yapıyor anlamıyorum ama, izlediğim o kadar farklı filmlerin her birinde başka biri değil de kendisini canlandırır gibi yapmış rolünü. Bu inanılmaz özelliği onun bu zamanlarda ne kadar sevildiğine bir kanıt olmak için tek başına yeterli. Ve eğer henüz bu mükemmel aktörle tanışmadıysanız, izlediğim bazı filmlerini paylaşabilirim sizle.

   Tabi ki ilk olarak bahsettiğim gibi The Notebook geliyor. The Notebook 17'li yaşlarında tanışan iki gencin aşk hikayesi. Hayat onları zengin kız-fakir çocuk temasıyla ayırsa da, onlar bir mucize ile 7 yıl sonra tekrar geri dönüyorlar o günlere. O gerçek aşk, hala ilk günkü gibi yaşıyor içlerinde. Sadece daha olgun, daha çok görmüş geçirmiş olarak.


   Sırada All Good Things var. Bu filmi başrolünü Kirsten Dunst ile paylaştığı için merak etmiştim. Sorunlu yönleri olan suça meyilli ve kirli işlerden para kazanan bir adamın oğlunu canlandırmış Gosling bu filmde. Kirsten Dunst ise nasıl biriyle evlendiğini bilmediğini iş işten geçtiğinde fark eden eşi olarak başrolü onunla paylaşmış.


   Bundan sonra Half Nelson geliyor. Bu filmde zencilerin olduğu bir okulda tarih öğretmenliği yapan uyuşturucu bağımlısı bir öğretmeni canlandıran Gosling, burdaki rolüyle ilk Oscar adaylığını da almış. Uyuşturucu içerikli ve bağımlıların betimlendiği filmleri sevmeyen ben bile bu filmden zevk aldım.


   Sanırım en zevk aldığım filmi olan Lars And The Real Girl'de sıra. Asosyallik ve insanlarla temas kurma, onlara yaklaşma problemi olan ve küçük bir kasabada yaşayan Lars, çalıştığı işyerinden bir arkadaşının anlatması üzerine insan görünümündeki cansız mankenlerden sipariş eder. Ona eşi gibi davranan Lars, yaşadığı yerde herkesin bunu böyle kabul edip ona bir insanmış gibi davranmaları gerektiğini öğretir. 
   Bu film hem eğlenceli hem de ara ara duygusal bir filmdi. Özgün senaryosu ve Gosling'in doktoru rolündeki Patricia Clarkson'ı ile kendini bana fazlasıyla sevdirdi.

 
   Blue Valentine, evli bir çiftin kötüye giden evliliğinin geçmişteki nedenlerine dönüyor. Bugünü ve geçmişi gösteriyor bize, ve burda Ryan Gosling başrolü Michelle Williams ile paylaşarak hiçbir şeyi olmasa bile karısından ve kızından ayrılmak istemeyen, ailesini bir arada tutmaya çalışan bir adamı canlandırıyor.
   Doğru söylemek gerekirse bu filmi heyecanla beklemiştim ama bana hiç hitap etmedi. Bu görüşüm imdb kullanıcıları tarafından çok acayip karşılansa da hala aynı kanıdayım.


   Komedi türü denince en sevdiğim ve işini en iyi yaptığına inandığım aktördür Steve Carell. Emma Stone, Easy A ile beni en çok güldüren filmin başrolüne sahip aktris... Bir çok Oscar adayı, yılların oyuncusu Julianne Moore... Bunlar yetmezmiş gibi yanlarında Ryan Gosling'i hediye ediyorlarsa, izlenmemesi imkansız olan bir film Crazy, Stupid, Love! Bu filmde eşinden ayrılmak istemeyen bir adamın, evliliğin getirdiği rutine son verme amacıyla her önerisini dinlediği çapkın, yakışıklı ve flörtöz örneği olacak Ryan Gosling. Bekarlığın eşiğindeki bu adam ise Steve Carell, tabi ki.


   Fracture bundan aylar önce internette de D&R'larda da arayıp bulamadığım bir cinayet filmiydi. Kullandığım torrent sitesine eklendiğini görünce hemen indirip izlediklerim arasına katmak için kolları sıvadım.
   Bu filmde kendisini aldatan eşini vuran bir adamın avukatını canlandıran ve bu cinayetin bu kadının kocası tarafından işlendiğini kanıtlamak, bu adamı hapse attırmak için parlak bir iş imkanını bile riske atan başarılı bir avukat rolünde Ryan. Yakalanmayacağına emin, karısının ölmesi için ise her türlü şeyi ardına koymayan Anthony Hopkins'in bu dahiyane oyunculuğuna edecek kelime bulmak çok zordu. Ben cinayet türündeki filmlerden zevk alan biri değilim ama bunu izlemeyi bitirir bitirmez Facebook'tan hayran sayfasını bulup 30 küsür bin kişiye katılmadan edemedim. Görmezden gelinip kayıtsız kalınacak bir film değil bu çünkü.


   Remember The Titans, biyografik bir spor filmi. Denzel Washington'ın canlandırdığı kişinin bir beyaz okuluna siyah Amerikan futbolu takım koçu olarak gelişiyle karşılaştığı zorluklar, ama bunları yenerek beyaz/siyah ayrımını kaldırıp kardeşliği öğrencilerin içine yerleştirecek şekilde onları bir takım olmaları için yetiştirmesini anlatıyor. Burda Gosling bu lise takımının bir parçası olarak çok da önemli olmayan bir rolde.


Stay, bir kazada ailesi ölen 20 yaşındaki resim bölümü öğrencisi Henry'nin başından geçen kaza üzerine görmeye başladığı psikiyatristle olan ilişkisini, bu kazanın psikiyatristte yarattığı zihin karmaşalarını ve benliğini unutacak noktaya gelişini gösteriyor. Psikiyatristimiz Ewan McGregor, sonunda hiç de beklemediği gerçeği öğreniyor.

   Ryan Gosling filmografisinden izlediğim son film The Believer. Danny, Yahudilerden nefret eden, özünde kendisi de Yahudi olan bir Yahudi karşıtıdır. Yahudilere duyduğu nefreti başkalarına gösterebilmek için kendi diniyle ilgili derinlemesine bilgi edinen ve Yahudilerin yaptıklarını, beklediklerini ve arzularını başkalarına anlatarak ikinci bir Hitler olma isteğindedir. Hatta Hitler onun gözünde Yahudi soykırımı konusunda başarısız kalmış bir adamdan başkası değildir. Fakat Danny işin içine girdikçe aslında istediğinin bu olmadığını görür. İçindeki çelişki bitmez.



   Bütün bu filmlere bakınca, sorunlu tipleri canlandırmanın onun işi olduğunu çıkaracak da olsak, başarılı bir avukatı, bir zamparayı ve bir aşığı da en az onlar kadar başarıyla canlandırdığını görürüz Ryan Gosling'in.

  Şimdi ben, yakın zamanda (18 Kasım 2011) ülkemizde gösterime girecek olan Ides of March'ı heyecanla bekliyorum.



   Ve aynı zamanda başka ülkelerde çoktan vizyona giren Drive'ın da ülkemizde ne zaman seyirciyle buluşacağını öğrenmek için sabırsızlanıyor, derin hayranlık duyduğum Carrey Mulligan ile başrolü paylaşan Ryan Gosling'i bir an önce izlemek istiyorum.


   Sizin favori Gosling filminiz hangisi?

3 Kasım 2011 Perşembe

Eskitemediğim Şarkılar

Eminim hepimizin yıllarca hiç bıkmadan dinlediği şarkılar vardır. Uzun bir aradan sonra bir yerlerde kulağımıza çalındığında "İşte o şarkı!" dediğimiz, eşlik etmekten kendimizi alamadığımız. Bizi çok duygulandıran, hatta belki de her dinlediğimizde gözlerimizi dolduran. Ne dinleyeceğimizi bilmediğimizde bile açsak, zevk almamıza neden olan. İşte benim için ilk dinlediğimden beri her dinleyişimde güzel gelen, eskitemediğim, güzel bir filmin sahnesinde karşıma çıksa gözlerimin dolacağına bile garanti verebileceğim birkaç şarkı var bu özellikleri taşıyan. Bunlar çok özel şarkılar, hatta arada sırada sosyal ağlarda başkaları da belki dinler ve sever diye paylaşmaya çalışırım.
Bir önem sıraları yok. Zaten hepsi de aynı değere sahip benim için. Kimilerini hiç duymamışsınızdır, kimilerini belki bin kez dinlemişsinizdir. Belki bazıları sizin için hiçbir şey ifade etmez, bazıları ise sizin de en sevdikleriniz, eskitemedikleriniz arasındadır.
Hadi şimdi bir kulak verin, dinleyebileceğiniz en güzel şarkılara.

Bu şarkıları size tanıtmak istediğimde aklıma son günlerde yine mp3 çalarımın konukları arasına katılan Shayne Ward geliyor ilk olarak. Ve tabi ki "No Promises".


Bu şarkıyı 3 yıl kadar önce bir arkadaşım Facebook'ta paylaştığında dinlemiştim ilk kez. Ve ilk dinleyişimden sonra hemen vazgeçemediğim şarkılar arasına eklendi.

Sözleriyle gözlerimi dolduran Daniel Bedingfield'da sıra. "If You're Not The One" diyecek o da.


Bunu annemin 4-5 yıl kadar önce aldığı Joy FM'in derlemesi "100 Love Songs" albümünde dinlemiştim ilk kez. Bu da aynı şekilde bu kadar önemsenmesi için defalarca dinlenmeyi beklemedi.

Aklıma bunlardan sonra Ronan Keating geliyor. Birkaç arkadaşıma dinlettirdiğim ve dinleyenlerin sevdiği güzel bir şarkı, "If Tomorrow Never Comes".


Bu şarkıyı ilk kez ne zaman nerde dinlediğimi hatırlamıyorum açıkçası. Ortaokulda dinlemiş bile olabilirim. Ama hala çok seviyorum ve arada özler, açıp dinlerim.

Sırada Backstreet Boys var. Aslında Backstreet Boys deyince aklıma onlarca eskitilemeyecek şarkı geliyor ama bugünlerde beni en iyi anlatan şarkı "I Still" olacak. Bu şarkının bulunduğu "Never Gone" albümü, edindiğim ilk orjinal yabancı cd formatında albümdü. Hatta 24 liraya aldığımı bile hatırlıyorum, Bayrampaşa Carrefour'dan.

Plumb, üniversiteye başlamadan önceki yaz bir kuzenimin yine Facebook'tan "Blush (Only You)" adlı şarkısının Twilight'tan bazı karelerle derlenmiş videosunu paylaşması üzerine tanıştığım bir grup oldu. Müzik türü bir yerlerde okuduğum kadarıyla "Religious Rock" (nasıl bir türse) olan Plumb'ı daha sonra derinlemesine öğrenmek ve dinlemek için bulabildiğim her şarkısını indirdim. Bugün yine belki de 2 yıl sonra ilk kez dinleyip hasret giderdiğim "In My Arms", dün hatırlayıp bilgisayarımda bulup dinlediğim "Always" arka arkaya eklemem gereken, eskitemediğim şarkılardan.

İlk olarak "In My Arms".

Ve "Always".


Elisa, bir fotoğrafçının sitesinde ilk kez dinleyip sözleriyle Google'dan aradığım "Rock Your Soul" şarkısı sayesinde o mükemmel sesiyle tanıştığım bir sanatçı. Çok sevdiğim 3-4 şarkısı olsa da şimdi paylaşabilecek kadar etkileyici olduğuna inandığım ve Facebook'ta şimdiye kadar birkaç kez paylaştığım şarkısı, "Dancing".


Geçen yıl "Yılın Şarkısı" dalında Grammy ödülü alan "Need You Now" ile Lady Antebellum da bu listede yerini alacak. Bu şarkının sözlerinin insanı etkilememesi imkansız.



OneRepublic, canlı canlı izlemek istediğim 2 gruptan biri. Beni yakından tanıyanlar liseden beri hayranları olduğumu bilirler. "All This Time"ın bende çok özel bir yeri vardır. Asla gelmeyeceğine inandığım gibi birini bulduğumda dinlemesi gerektiğini düşünmüşümdür hep. Ve o insan beklemediğim zamanda geldiğinde bir gün bu isteğimi hatırlayıp ona da dinlettirdiğim bir şarkı olmuştur. Bu da bu listedeki bütün şarkılar gibi arada açıp dinlediklerimden.



Aslında bakınca bir sürü şarkı daha geliyor aklıma. Ama tabi bütün bu şarkıların ortak özelliği olan duygusal etkileyicilik, söz derinliği ve göz yaşartma potansiyeli yüksekliği Adele'nin neredeyse her şarkısında olan bir şey. Bu mükemmel ses ve şiirsel sözleri bize her duyurduğunda içimizi titreten Adele'nin eskiyecek tek bir şarkısı bile olmaması inkar edilemez bir gerçek. Yine de ben son zamanlarda en çok sevdiğim "Make You Feel My Love" ile bu listeyi sonlandıracağım şimdilik. Umarım ilk kez dinleyenler de benim kadar severler.



Ve bu yazıyı yazıp bu şarkıları paylaştığım için, bana içten içe teşekkür eder, en azından 1 tane şarkıyı burdan kendi eskitemedikleri şarkıların listesine eklerler.

İlk fırsatta her dinlediğimde ayaklanıp bir şeyler yapmama ya da temposuyla kendime gelmeme neden olan şarkıları da aynı şekilde yazıp paylaşmaya çalışacağım. Bunlar bugüne ve bu havaya iyi gidecekleri için böyle seçildiler şimdilik :)