17 Eylül 2014 Çarşamba

Yeni bir Aşk: M5-V

Tam da dün Antalya havaalanı iç hatlardan İstanbul'a dönmeyi beklerken, bekleme bölümündeki D&R'a yönelmemle Adam Levine'in o iç gıcıklayan sesinden, bilmediğim bir şarkıyı duymam bir oldu. Belki de yıllardır hayal ettiğim o meşhur film sahnelerinden biri olan, fazlasıyla heyecanlı ve ani bir ilerlemeyle satış danışmanına "şu anda çalan albüm vıdı vıdının mı?" diyen, o müzikseverliği takdire şayan kızın oynadığı sahnedeki, o takdire şayan kız oldum sonunda. Muhtemelen anlamadınız ama önemli değil. Özetle, sesi duyar duymaz tam da bugünlerde internete düşmesini beklediğim albümün, interneti geçip yurdum raflarına bile geldiğini duymam bende çılgın bir mutluluk ve heyecan yarattı.

Son senelerde yıllardır ne yapsa heyecanla dinlediğim ama albümlerinden bir türlü istediğim zevki alamadığım bir sürü grup ve şarkıcı var. Bu yüzden Maroon 5'ın yeni albümü V için de çok umutlu değildim. Her ne kadar single olarak piyasaya önden sunulan Maps ve It Was Always You'yu çok sevmiş olsam da albümün devamının bu iki şarkıya denk gelmeye çalışan başka bir sürü şarkıdan oluştuğunu tahmin ediyordum.
Ki...

Maroon 5, benim Dance eğilimli Pop-Rock sever gönlümü mutluluktan coşturan bir albüm yaptı.

Albümü Maps'ten başlayarak dinlediğimde, ilk defa duymama rağmen hiçbir şarkıdan sıkılmadım. Hatta ilk defa duymama rağmen bazı şarkıları biter bitmez başa aldım. Bu nasıl bir şey böyle? Daha sadece bir günü beraber bitirdiğim albümden şimdiden 3-4 favorim var. Azılı favorilerim hatta. Şarkıları albümden, bilgisayardan, somutlaştığı yerlerden bir şekilde çıkarıp, peluş oyuncaklarmış gibi öldüresiye sarılmak istiyorum. Böyle bir coşku tam olarak.

Mağazada duyduğum şarkı aklıma kazınan ve bir günde deli gibi sevdiğim 4-5 parçanın ilki. Animals.


Ardından, benim gibi duygusal şarkılardan nefret eden birini bile sıkmayacak, "Unkiss me, untouch me, untake this heart..." diye giden o güzel, slow parça geliyor.

"Slow parça" lafından da nasıl nefret ederim, belli değil.



Sonra, şu an için albümdeki en favori parçam New Love var. Bu kadar sevmem üstüne bir de şarkıyı yazan ekipte  (One Republic solisti) Ryan Tedder'ın yer aldığını görünce hiç şaşırmadım. 
Beni fazlasıyla iyi tanıyanlar bilir, en sevdiğim iki gruptur Maroon 5 ve One Republic. Ve bu iki grubun M5'ın son iki albümünde birkaç şarkı için ortaklaşa emek vermesi beni ayrı bir mutlu ediyor. Ben onları seviyorum, onlar birbirini seviyor, "If I ever let you down... If I ever let you down... 
Forgive me!" diyen bu güzeller güzeli Yeni Aşk ortaya çıkıyor.
Hem de yepyeni, 1 günlük bir aşk.


Sonra Adam Levine, bu albümün genelinde olduğu gibi o meşhur kafa sesini sonuna kadar kullandığı Feelings ile volümü biraz daha arttırmaya teşvik ediyor.


Albüm, grubun Gwen Stefani ile yaptığı düetle sona eriyor.


Gwen Stefani ablamızı şahsen sevsem de (sanki nerden tanıştım da...) şarkılarına bayılmam. Burada da gayet bayık bir düet yapmışlar ama çekilmez olmamış en azından. Stefani-severleri yeterince çekmiş olabilir.

Albümün deluxe versiyonunda fazladan 3 şarkı daha var ama bu sefer öncesinde internetten indirip, albümü sonra almak yerine, direkt albümü aldığım için o şarkılarla ilgili henüz hiç fikrim yok. Ola da bu albümden sıkılmayı becerirsem, onları da bir şekilde dinlerim.

Ama sonunda, hiçbir şarkısından sıkılmayıp, yarısına bayıldığım, bittiğim bir albüm olmuş. Şu şarkı söylemeye hasta ruhum, Maroon 5 yeni albüm çıkardıkça seviniyor. Çünkü yeni Maroon 5 şarkıları demek, benim kendi kendime yaptığım kayıtlar repertuarına yeni şarkılar eklenmesi demek.

Özetle: Maroon 5, harika bir V. yapmış. VI'ya kadar içimiz rahat bekleyebiliriz, bu şarkılar bizi uzun süre götürür.

15 Temmuz 2014 Salı

"You and Me Alone, Share Simplicities..."

Kings of Convenience'ın şarkıları asla eskimez. Kim bilir kaç sene önce tanıştığım ikilinin kim bilir kaçıncı kez dinliyordum "Know How" adlı şarkısını ve başlıktaki satırdan yola çıkarak ara ara fark ettiğim bir şeyi yazıya dökmek istedim.
En saçma ve "başkası bunu yapmıyordur" dediğiniz şeyleri yapan insanları bulduğunuzda "tamam, bu benim "ruh ikizim"" dediğiniz oluyor mu? Oluyordur tabi. Kafanızda zaten büyütmeye dünden hazır olduğunuz birinin sizin gibi bir maden suyu delisi olduğunu öğrenmek size fazla heyecan veriyor olabilir. Ya da beyninizi yormaktan başka bir işe yaramayan, yolda yürürken plakalarda gördüğünüz sayıların üçe bölünme kuralına uyup uymadığını sizinki gibi bir takıntıyla hesaplayıp duran birileriyle tanışabilirsiniz. Ama bu, 500 Days of Summer'da dediği gibi, "saçma sapan şeyleri yapmayı ikinizin de seviyor olması sizin birbiriniz için yaratıldığınız anlamına gelmez". Bazen kabullenmek zor gelir ama öyle.
Çok tuhaf şeyler yerine, erişmesi ve karşılaşması daha kolay zevkleriniz olabilir. Deniz kenarında yürümek, ya da çay içmek gibi. Hatta belki ahlaki yargılarınız uyar sadece, dünyevi zevkleriniz örtüşmeyebilir. Kendi içinizde kendisiyle ortak zevklere sahip insanlar olup, birbiriyle sadece gülmeyi seven insanlar da olabilirsiniz. Yani, neden sizin yükseleniniz kova diye onunki de kova olsun, ya da neden anneleriniz aynı yaşta diye birbiriniz için mükemmel olasınız?

Daha da yazasım gelmedi. Sadece şunu söylemek istedim, olmayacak ortak noktalardan devlerin aşkının çıkacağını hayal etmek yerine, genele bakın. Ve As Good as it Gets'deki o muhteşem repliği, gözlerinin içine bakarak tekrar edeceğiniz insan değilse karşınızdaki, belki de klonunuz olması bile yetmeyecektir.
"Bende daha iyi biri olma isteği uyandırıyorsun"

Boşverin "ruh ikizi"ni bulmayı falan, onlar hep Yunan mitolojisi uydurmaları. Sorun bir ara, deyişin nasıl çıktığını da anlatayım.

Sevgiler.


20 Haziran 2014 Cuma

Dün Gibi

3 hafta kadar önce, çok istediğim okula doğru yol alırken aklıma geldin. Bindiğim otobüsün geçtiği yol üzerinde bir tır gördüm. Üzerinde "SAKA" yazıyordu. Bir dış ticaret ağıymış.
S harfi kuğu gibi tasarlanmış. 14-15 mayısı içine alan, 14 sene önceki o haftasonuna gitti kafam. Elinde kara kaleminle o saman kağıtlara çizdiğin kuğu ve mobilya fabrikamızın markası, SONA'nın yeni logosunu gösteriyordun bana. Hani kuğunun gagası kırmızı, harfler beyaz, zemin lacivert olacaktı. "Bak, nasıl, güzel olmuş mu?" demiştin.
Sen yapardın da güzel olmaz mıydı baba? Sen çizerdin, sen tasarlardın da güzel olmaz mıydı? 8 yaşındaki Bengisu neyi, ne kadar anlasındı ki? Ama sorardın işte. Tek kızındı sonuçta. Evladındı, gelecekte senin gibi bir mobilya tasarımcısı olacağına inandığın.
Gözlerim dolmaya başladı bunları hatırlarken. Yüzümde, senden aldığım genlerden kalan o sivilceye meyilli cildime misafir olanların izlerini kapatmak için sürdüğüm şeyler, üzerinden geçen göz yaşlarımla yol yol silinir, yüksek lisansa başvurmadan önce bilgi almaya gidiyorum, aman "karizmam çizilmesin" diye parmaklarımdan atlatmaya çalıştım gözyaşlarımı. Durdurmaya çalıştım kendimi.
Sonra bir de baktım ki, son bir yılda içimde senden kalan ama benim farkında olmadığım bir uğraşa girmişim. Sen iktisat bitirip, rızkına faizlerle elde edilen şeyler karışmasın, helal olsun kazancın diye bankacılık yapmamışsın. Ben de manevi yönü olmayan, çok dünyevi şeylerle ilgilensem bile, içten içe hep hesaplaşmışım kendimle, "bu doğru mu?" demiş ve zor olsa da sonunda "akademisyen olacağım ben, o zaman ilk adım yüksek lisans" diyerek çıkmıştım o gün o yola. Nasıl güzel bir yüreğin varmış, senin yarın kadar olamadığına inandığım ben bile nasiplenmişim çok şükür.
Ertesi hafta başvuru dosyamı bırakmaya gittim. Döndüğümde akşam saatleriydi ve abim aylar sonra Ankara'dan geldiği, ertesi gün tekrar döneceği için "hadi hep beraber yemeğe çıkalım" diye ısrar ettik anneme. Annem sevmiyor evden çıkmayı pek ama o kadar zorladık ki sonunda çıktık o akşam. Aylar sonra tekrar bir şeyler yaptık hep beraber (ama sensiz).
Ve o gün senin 55.doğumgününmüş. Ben başvurumu o gün yapmışım, biz yine o gün bir anı edinmişiz. Ve o günden 55 sene önce sen doğmuşsun. 14 yıldır ise o günlerde sen yokmuşsun.

Ertesi hafta, en son gittiğimde senin hala hayatta olduğun Ankara'ya gittik abim için. Sen, küçükken çok tembel diye kızardın ona. Bu sefer törenini görelim diye gittiğimiz o en büyük oğlunun sadece bölüm bile değil, fakülte birincisi olduğunu biliyor musun? Bilmem, belki de görüyorsundur, ya da haber veriyorlardır. Bilmem bunlar önemli mi ama hayatta olsan çok gurur duyardın.
İlk o çıktı sahneye, bir grup diğer birinciyle beraber. Odeon tribünlerinin en yukarısından inip, sahneye çıkana, birincilik hediyelerini alıp yerine geçene kadar durmadı gözümden akan yaşlar. Onun verdiği gurur ayrı, senin yokluğunun yarattığı o boşluğun büyüklüğü ayrı, mutlu muydum, içim mi yanıyordu bilemedim.

Şimdi Ramazan çadırı kuruyoruz o yüksek lisans için başvurduğum okulda düzenlenecek şekilde. Konuşmacılar çağıralım dendi. Aklıma Mevlana İdris amca geldi. Hani en son Kozyatağı'ndaki evimizde konuk etmiştik onu, Ahmethan amcaları ve ailelerini. Hayal Dükkanı ve Tehlikeli bir Kipat adlı kitaplarını hediye etmişti benle abime. Hatırlıyorum nedense, ezbere bilir gibi aklımda kalan, kısacık bir cümlesi vardı. "Keşke atılan her kurşun, atana geri dönse, ve ölmese masumlar" diye giden. Hiçbir şeyle ilişkilendiremedim aklımda bu kadar iyi kalmasını, ama hatırlıyorum, sen de oradaydın o akşam. Ne güzel gülüyordun baba. Hala hatırlıyorum.
Mevlana amcama ulaştım birkaç saat önce, internet nasıl büyüdü gitti sen gideli, anlatamam. Düşünsene, en son 17 yıl önce gördüğün insana nasıl ulaşacaksın hemen? Ulaştım işte. Sağolsun, o da hemen ilgilendi. "Nasılsınız hepiniz?" dedi. İçim yine acıdı baba. Biliyorum çünkü böyle yıllar sonra seni bilip bize bu soruyu soranlar hep, "neler yaptınız yokluğunda?" diyorlar o bir kelimelik sorunun arkasında. Anlatıyorum, "çok şükür çok iyiyiz" diyorum ben de. Başım ağrıyor bunları yazarken, çünkü daha ilk cümleden ağlamaya başladım klavye başında. Hani senin on parmak bildiğin, gözlerini bozmasın diye ekranının parlaklığını düşürdüğün o bilgisayarlardan birinde, elimden geldiğince hızlı yazmaya çalışıyorum. Bir şeye yetişir gibi. Ne olduğunu bilmiyorum.

Deseler "14 yıldan fazla olmuş be kızım, insan çoktan unuturdu...". Unutmuyor işte. Yıllar sonra adını söylediğinizde arkasından hemen "çok iyi adamdı" denen baba unutulmuyor. Amcam geçenlerde gençlik fotoğrafını paylaşmış, vefatınla ilgili birşeyler eklemiş yanına. Gençlik fotoğrafı dediğime bakma, sen yaşlanmaya fırsat mı buldun ki? Kalemliğimde vesikalığını bulan tarih hocam "bu kim?" dediğinde, fotoğraftaki adamın babam olduğuna inandıramamıştım. "Ne kadar da gençmiş" demişti. Bilmiyordu çünkü bunu söylediği zamanlardan çok önce veda ettiğini bize. "Evet, öyleydi" demiştim. Benim üniversiteli sevdiceğim sandı seni herhalde. "Babasıymış, biz de inandık" der gibi bakıyordu çünkü bana.

Onu fark ettim, sen vefat ettiğinde doğanlar bu yıl liseye bile başlayacak yaşa geldi. Sen gideli, çok, çok fazla zaman oldu. Çok fazla güzel şey oldu, hiçbirini sana anlatamadım. Rüyalarıma bile gelmedin uzun zamandır, başka nerede, nasıl karşılaşalım?
Çok özlüyorum inan, hala hayattaymışsın gibi çok çok seviyorum seni.

Aklıma her geldiğinde, kafamda yankılanan onlarca cümleden sonra ettiğim dua, "Allah mekanını cennet etsin, bize de orada kavuşmayı nasip etsin".
Amin.

29 Nisan 2014 Salı

"Kızım Var Ya, Babayım Ya Artık, Ondan..."

   Bugün üniversite hayatım boyunca en sevdiğim hocamın bir konuda danışmanlığını almak üzere Marmara Üniversitesi'ne gittim. Hocamı benim pek "bayıldığım" okul hayatımı bilenler illa duymuştur benden bir şekilde, adı Phillippe. Kendisi Fransız. Bana insanların neden sosyoloji okuduğunu varlığıyla cevaplandırmış, derslerine düzenli katılmaya heveslendirmiş, durmak bilmeyen muhabbetiyle, piyasadaki her filmi izlemesi, ders anlatırken filmlerden örnekler vermesiyle, sınıfa girip, derse başlayana kadar kulaklıklarını çıkarmadan ders aralarında müzik dinlemesiyle, çoğu açıdan kendime benzetip, "işte benim erkek ve hoca olmuş versiyonum" dememe neden olan, derin bir sevgi ve hayranlık duyduğum hocam bu adam.
    Bugün 2 saat kadar bir süre sohbet edip, okuldan beraber çıktık ve Kadıköy'e gitmek üzere bir otobüse bindik. Bilenler bilir, Göztepe kampüsüyle Kadıköy iskele arası çok uzun bir mesafe yok, ama sohbet etmek için güzel bir fazladan süre tanıyor diyebiliriz. O iki saat içinde konuşma oradan oraya atlarken otobüse binip oturduğumuzda eğitim hayatıma Romanya'da başlama nedenimle Romanya'dan ayrılma nedenimizi anlattım. "Babam vefat edince döndük" dedim. "Çok üzüldüm, ben hep bundan korkuyorum" dedi.
-Kaç yaşındaydın baban öldüğünde?
-Daha dokuz bile değildim.
-Çok küçükmüşsün bak. Benim de bir kızım var. Sekiz yaşında şu an. O dünyaya gelene kadar hiç düşünmezdim böyle şeyler, ama şimdi o var ya, ölmekten sırf onu babasız bırakırım diye korkuyorum.
-Aslında ilginç bir şey daha var, benim babamla sadece 1 tane fotoğrafım var. O da 1.yaş günümden. Hani filmlerde görürsünüz ya, sanki hiç olmamış gibi. Şimdi kaç baba-kızın o kadar az fotoğrafı vardır beraber? Bizim öyle işte. Sadece 1 tane. O da sadece bir tane var basılmış. Onu da kaybetsem hiç yokuz.
-Bir mi? Bir de bana sor. Sence kaç tane vardır kızımla fotoğrafım?
-Bence sayı veremeyeceğim kadar çoktur.
-Belki sekiz, belki de on bin kadar. Bu da normal değil. Kimse kızıyla binlerce fotoğraf çektirmiyor. Ama ben ben bir gün gidersem sanki ölmemişim gibi herşey arkamda kalsın istiyorum. Kendisini ben ölmüşüm gibi hissetmesin. Mesela bir yere gezmeye gidiyoruz, bir yerlere yemeğe çıkıyoruz, hep bir sürü fotoğraf çekiyorum. Arkalarına o gün ne yaptığımızı yazıyorum fotoğrafların. Konuşurken komik bir şey söylüyor mesela, hemen not alıyorum, o günkü fotoğraflardan birinin arkasına yazıyorum onu. Bunları bir günlüğe yerleştiriyorum. Böylece her fotoğrafı çevirdiğinde arkasında o fotoğrafın çekildiği gün olanları okuyacak. Ben ölürsem bunlar kalacak ona ve benim gittiğimi düşünmeyecek hiç. Belki bu bir takıntı, belki bu kadar çok düşünmek normal değil, ama kızım var ya artık, babayım ya, ondan...

   Bana kaç kez sordu "sence bu bir sorun değil mi?" diye. Ben psikolog falan değilim, ben babasını yıllar önce kaybetmiş bir kızım. Geçen yıllarla kayıp alışkanlık haline gelse de, bir yanım hep eksik. Bu yüzden bana göre sorun değildi. Neden olsun ki? Bir babanın kızını bu kadar sevmesi ve paylaştıkları her ana bu kadar değer vermesi, silinip gitmesin diye karelere alması, yazılar yazması neden sorun olsun? Bir baba, baba olana kadar sıradan görmüşken hayatını, sırf artık bir kızı var diye ölmekten korkmamalı mı? Korkabilir elbet. O dünyaya gelene kadar belki de hiçbir şey hayata anlam katamamışken, hayatı kaybetmekten korkacak kadar değer verdiği, kıyamadığı bir varlığa sahip oluyor. Bir de hayat görüşü, hayatın sadece burada olduğu yönündeyken, bundan korkması çok daha normal.

   Bilmiyorum, keşke böyle babalar daha çok olsa dedim. Çok sevdiğiniz bir hocanızın bir de böyle güzel bir yönünü görmeniz onu sizin gönlünüzde daha bir derinlere yerleştiriyor. Diyor ya işte, ileride kız evlat annesi olursak böyle incelikli babaları olduğunu görmek kısmet olsun. "Kızı var ya, baba ya artık, ondan..."

4 Nisan 2014 Cuma

O Kadar Olmuş Mu?

Akşamüstü annemle konuşuyoruz. Yakın zamanda girilecek sınavlar, yüksek lisans meselesi... İnşallah güzel niyetlerim var. Derken birden ondan açıldı konu.

Tam tarih hatırlamıyorum, 2007 olabilir. Yani 7 yıl kadar önce. Dersaneye ilk kez yazılıyorum. İlk YDS denememiz. Sonuçlara bakmadan "kesin 1.benim" derken listenin başında 100 sorudan 70 net civarı yapan 3 kişi gördüm kendim dahil. Biri erkek, biri kızdı rekabeti tırmandıran iki öğrenciden. Erkek olanıyla aynı sınıfta olmayacağım için çok da ilgilenmedim ama "ben ilköğretime yurtdışında başlamış insanım, bana kim rakip çıkacak?" diye düşünüp, yolun en başından beni uğraştıracağını fark ettiğim o kız öğrenciyi merak ettim.
Sınıflar yerleşti. Kimin hangi kademeye gireceği belli oldu. Çok geçmeden tanıştım onunla. Bilmem nasıl oldu ama bir gün benim sevdiğim şeyleri not aldığım ve dosyaladığım klasörümde notunu tuttuğum yabancı albümlerim arasında Muse-Black Holes and Revelations albümünü görünce "bana bunu ödünç verir misin?" dedi. O zamanlar 20 liraya aldığım ve hatta Muse albümünü hediye aldığım düşünülürse bana sorulmaması gereken sorulardan biriydi bu. Biraz tereddüt etsem de ertesi hafta getireceğime söz verdim.
Ertesi hafta albümü getirdim, geri getirmesini hatırlatmak için telefon numarası alışverişinde bulunduk. Çoğu hafta ben unuttum, çoğunda o hatırlamadı derken, o zamanlar ikimizin de Avealı ve 5000 sms paketi yapması sağolsun, bir muhabbet başladı.
Lise sonda aynı dersanede değildik, çünkü o Anadolu yakasında okuyordu ve orada bir dersaneye gidecek, yurtta kalacak ve ÖSS'ye öyle hazırlanacaktı. Ona rağmen sınava son 2 ay kalana kadar her sabah aynı saatlerde okula gittiğimizden bir saat boyunca otobüs yolculuklarını onunla bomboş şeylerden konuşarak geçirirdim. Keza akşam vakitleri de dünyayı kurtarmıyorduk ya, ne varsa, konuşacak ve üstüne mesajlaşacak bir şey hep bulunurdu.
Hani dostlar vardır ya ilk saçma "selfie"ni sırf beraber fotoğrafınız olsun diye çektiğin, işte onu da çektik beraber.

Ve daha güzel kareler de edindik.
Sonra biz doğumgünlerini bahane edip hediyeleştik, bazen sırf canımız istiyor diye hediyeleştik, bazen "hadi doğumgünü kutlamaz olduk ama yılda bir hediyeleşmemiz bozulmasın" dedik, hediyeleştik.
Ne zaman felsefe yapasım gelse ona sonu gelmeyen mesajlar attım. Watsapp'a bulaştım, sonu gelmeyen iletiler yazdım.
Bazen iki buluşmamızın arasına aylar girdi ama biz aradaki zamanda habire haberleştiğimizden konuşacak şey bulamadık. Tabi gündem bırakmış olmasak da illa bir konu uydurduk. O konuda yetenekliyiz.
Eminönü'nden vapura binip, karşıda inmeden tekrar döndüğümüz de oldu. ÖSS'ye az zaman kala Eyüp Sultan'a gittiğimiz de. Yeri geldi, sene 2008 ve lise öğrencileri değilmişiz gibi yemeğe kişi başı 15 lira verecek olmamıza "ay çok uygun" dedi. Hala o lafı ve fiyatı gördüğündeki ciddi yorumunu hatırlar gülerim. Sırasıyla My Sister's Keeper, Dark Shadows, Now You See Me ve birkaç filme daha gittik. Ben ÖSS'ye adam gibi hazırlanmazken o Boğaziçi diye kafasına taktığından beni mesajla bile "ne zaman çalışmaya başlayacaksın?" diye kontrol etti/azarladı. Sınav sonuçlarını öğrendiğimde ilk onu aradım, telefon başında mutluluktan ağlamakla meşguldük karşılıklı. Doğumgünleri kutladık, doğumgünü kutlamalarından vazgeçti diye "bugün sıradan bir günmüş gibi mi davransam" ikilemlerinde kaldık. Yine de o vazgeçse ben vazgeçmedim, hatta onun kadar sevdiğim başka bir arkadaşımı da aramıza soktum, 2010'dan bir anı edindik.


Yeri geldi Sultanahmet'te maneviyatı yoğun havalar içinde bol dua ettik geleceğimiz için. Hatta o gün namazdan kalkarken ucuna bastığım tuniğimi eninden yarısına kadar "CIIIIIIIIRRRRRRRRRTT" diye yırttım. "Günün maneviyatına tunik bile dayanmadı" diye tuhaf bir yorum getirdi. Yıllar geçti, hatırlar gülerim.
Ablasını ablam kabul ettim, en iyi dert dinleyen ve yorum getiren kişiydi şu ana kadar tanıdığım. Gelin olacağı zaman da "aman, o senin ablan, bana ne?" demeden sabahtan gelin evine gittim, nikahının sonuna kadar birkaç saati beraber geçirdik. O sabah çekilen aile fotoğraflarına bile dahil oldum, kendime o aile içinde illa bir yer edinecekmişim gibi.
Annemin bile yatılı misafir olarak kabul ettiği tek arkadaşım oldu. Bu büyük devrimi gerçekleştirmeye nail oldu.
Milyon tane de hayal kursam, bana -çok saçmalamıyorsam- hiçbir zaman "yapamazsın" demedi. Aksine, başkalarının yapamayacağımı düşündüğü konularda o genelde beni motive etti.
Ben savsaklasam, o beni itti.
Araya soğukluk girse de o ısrarla selam verdi.
Bir tartışma olsa sanki hayatlarımız yerle bir olacakmış gibi oturup uzun uzun konuştuk nedenlerini. Ama her zaman sonunda tatlıya bağladık.
Hayatımız birbirimizden ibaretmiş, dünyada birbirimiz kadar yakın gördüğümüz üçüncü tekil şahıslar yokmuş gibi hiçbir zaman davranmadık, ama birbirimizin önemini de unutmadık.
Yanlışlarımız varsa ve görüyorsak birbirimizi uyardık. O genelde daha ılımlı tutumlar içerisindeyken ben hep hot zot konuştum. Yine de kendimizce doğru olana teşvik ettik.
Beni çok üzen, çok ağlatan onlarca durumda hep ona yazdım, acımı onunla paylaştım. Bazen bir şey demesini de beklemedim, yalnız olmadığımı hissettirmesi bile yetti.
Ve işte, bu akşam annemle dediğimiz gibi, "şu hayatta yaptığım en iyi şeylerden biriydi onunla dost olabilmek". Bu benim elimde olmaktan çok, kısmet olduğundan olan bir şeydi ya, olsun. Şükürler olsun.

Bayram değil, seyran değil. Doğumgünün gelmiyor. Ama önemli bir gün olmasına da gerek yok bunları yazmak için. Burada olandan kim bilir daha ne kadar çoğu yaşanmıştır bu 7 yıla yakın zamanda.
İyi ki varsın.

2 Nisan 2014 Çarşamba

Nereye Gidiyorum?

Şaka maka 10 aydan fazla olmuş mezun olalı. Henüz sene doldurmadım belki ama arada yaptığım çeviri işleri dışında düzenli iş tecrübesi edinemedim. Uzun süre amcamın turizm ve dış ticaret işleri yapan şirketine dahil olmayı bekledim, zamanı geldi ve oldum, ama kendime verdiğim 3 haftalık sürede işyerinde bir yerim olmadığını, bana hiçbir şey katmadığını ve benim de katacak bir şeyim olmadığını fark edince kendi rutinime geri dönmeye karar verdim.
Parlayan ve sönen motivasyon durumumla bu yıl sağlığımı yoluna koyma niyetim fazlasıyla var. Önce onunla meşgul oldum. 1-2 ayın ardından aradaki zamanda okuduğum kitaplarla iyice oturttum kafamda bazı şeyleri. Şu anda iyi gidiyorum çok şükür. Hani şu çocukluktan beri tecrübe ettiğim, genlerden de güldür güldür gelen fazla kilo meselesi için küçüklüğümden beri "ben büyüyünce zayıf olacağım" derdim ya, işte o "büyüyünce" benim için bu yıl gerçekleştirilecek bir değişimi tanımlıyormuş gibi düşünüyorum. İnşallah herşey çok güzel olacak. Başlangıç tarihimi attım, dönemlere böldüm ve sonunda da bir zafer günü olacak. Bu sefer vazgeçmek yok!
Hayata dair bir sürü ilgi alanım vardı ve şu ana kadar çoğu için bir emek sarf edip, gerçekten devam etmek isteyip istemeyeceğime baktım. Bahçeşehir Üniversitesi'ndeki Sosyal Medya ve Dijital Pazarlama sertifika eğitimim bu pazar -6 Nisan- bitiyor ve bu yola koyulurken bunu söyleyeceğimi hiç düşünmemiştim ama İNANILMAZ mutluyum! Reklamcılık sektöründe çok önemli yerlere gelmiş insanlardan ders aldım ve sayelerinde bu işin %90-95'inin islâmî olmayan kesime ait olduğunu, çünkü zaten işin çok da maneviyatı yüksek bir iş olmadığını fark ettim. Bu beni sektörden iyice soğuttu.
Yapacağım diye yanıp tutuştuğum makyaj sanatçılığı ise ayrı bir hikaye... Yine tutkularımla, yaşamak istediğim hayatın arasında kaldım ve yetkinliğimi elime aldıktan sonra o konuda da kendimi çektim. Makyaj malzemelerine olan sevdam ise yavaş yavaş dizginleniyor gibi. Koca bir çekmece dolusu makyaj malzemesi edindiğime göre o alanda da dengeleri kurmaya yöneliyorum.
Şu an için en mantıklı şey sınavlarına başvurduğum ve gerçekten niyetlendiğim yüksek lisans için hazırlık yapmak. Biri bu pazar, diğeri de Mayıs ortalarına doğru olan iki sınavla lisans hayatımın aksine gerçekten seveceğim bir şeyle 2 yıl yoğrulmaya niyetliyim. Muhtemelen entellektüel birikimimi arttıracak, arkadaş sohbetlerinde "of bu da ne kültürlü kız" dedirtmeme yardımcı olacak türden bir bölüme yöneleceğim. Bakalım, hayırlısı.
Çok fazla dolu değil aslında şu an günler. Aklımda sadece eskiler, şu an olanlar ve uzun zamandır dualarımda yer eden konuda birden bir şey olacak mı gibi sorular var. Evet, herkes sevmek ve aynı şekilde sevilmek istiyor. Bu resmen hepimizin yaşam gayesi. Ortaya koymaktan çekinmenin anlamı yok. Yıllardır hissetmediğim yoğunlukta bir şeyler için ne kadar hazır olduğumu düşünsem de bazen, ne o insan çıktı karşıma henüz, ne de ben bir şeyler için kendimi tam anlamıyla ortaya koydum. Hani bir şekilde açık açık söylemek zorunda kalmadan anlamıyoruz ya durumumuzu, yeni fark ettim bir konuşma vesilesiyle, yıllar yıllar öncesinin kırgınlığı ve acıları bana derin bir güvensizlik ve savunma duygusu vermiş. Beni acıtma, üzme ihtimali olan bir duruma kendimi sokma düşüncesine bile tahammülüm yok. Bu yüzden arkadaşlıklarım hep sınırlı, konu beyler olunca. Bu durumdan memnunum aslında hiçbir zaman aksi fıtratta olmadım çocukluğumdan beri, ama hala hiçbir ânı için pişman olmadığım ama bana olumlu yönde çok da getirisi olmayan, yıllar öncesinde kalan duygularımın bir yerlere güzel şekilde bağlanmadığını görünce iyice korkmuşum bir şekilde. Elimde değil resmen, rahatlayamıyorum, herşey çok sıradanmış gibi davranamıyorum.
Açık bir günlük gibi oldu ama yazmayı özledim. Bunu okuyana derdimi ve son zamanları anlatmış gibi hissedeceğim ya kendimi, yazmanın o güzel yönünü özledim. Ve "Nereye Gidiyorum?" bunu düşünüyorum. Nereye gidiyor şu an hayat, ya da bir yere gidiyor mu, yakında bir rotaya yönelme, bir yola koyulma ihtimali var mı, bunları düşünüyorum.
Mesela gün gelecek de kendimi bir uçakta, Fransa ya da Amerika'ya giderken görecek miyim, ya da sonu gelmeyen ilhamla yazdığım ilk romanımın son cümlesini tamamlıyor olacak mıyım, veya o gün arkadaşımı görmeye Boğaziçi üniversitesine gitmişken anlık bir olayla aklıma giren senaryo fikrini artık somutlaştırmış olabilecek miyim, veya sadece evden yaptığı tercümelerle hayatından memnun bir ev hanımı ya da anne haline mi geleceğim, şu bayıla bayıla izlediğim filmlerde artık bana eşlik edecek birileri olacak mı, bunları düşünüyorum.
Özlemek istemediğimi özlüyorum, özlediklerimi yanımda görmek istiyorum. Çoktan gitmiş olanların arkasından dua ediyorum. Yaradana layık, hoşgördüklerinden olmaya çalışıyorum elimden geldiğince. Kusurlarımı biraz daha azaltmaya, doğruları biraz daha parlatmaya çalışıyorum. Yine de diyorum ya, tam olarak emin değilim, nereye gidiyorum?

10 Mart 2014 Pazartesi

İki Tip

Bu aslında yakın zamanda aklıma düşen bir konu değil. Geçen sene fazlasıyla aklıma takılan bir şey. İki tip. İki tip erkek var. Ve hangisini yanında istediğin çok önemli. İstediğinden emin olduğun.

Cinsiyeti iki tipe ayırmak belki çok dar bir bakış açısı gibi gelebilir. Benim açımdan böyle sadece. Yani ben ikiye ayırabilirim. Ama sorarsanız nasıl birini yanında istersin, henüz ben de emin değilim.
Ve bu bir sorun.

Bunu "vay kıza bak, kalkmış "erkekler böyle" diye yazı yazıyor, hiç hoş değil" gibi abuk şeyler düşündürme ihtimaline rağmen yazmak istedim. Belki yüksek lisans yaparken bu yazıya dönüp bakmak işime yarayacak çünkü. Hem cinsiyetlerle ilgili şeyler genelde ilgimi çeker. Ve bazen kafamda dönüp duran şeyleri yazıya dökmek de hoşuma gider. İki cümle arka arkaya kafiye olur. "Üç tanesi üçler" diye devam etsem dördü göreceğiz.
Neyse.

İki tip erkek vardır. Biri karizmatik. Önce ondan başlayalım.
Şimdi bu karizmatik erkek kesin çok iyi bir yerde okuyordur. Ya Türkiye'nin Ivy League mensubu, büyük üçlüsünden birine mensuptur, ya da Tıp ya da hukuk okuyordur. Kalıp durmadan tabi. Çünkü hele bir de özelde tıp ya da hukuk okuyorsa ve durmadan okulu uzatıyorsa onu karizmatik sınıfına sokamayız. Okulu bitirecek kadar mentıl kepesitisi olmayanlardan bahsetmiyorum burada.
Bu karizmatik erkekler sizi genelde etkilemekle meşguldürler. Çoğunlukla giyimlerine fazla dikkat ederler. Hatta bazen sizi bile baştan aşağıya süzerler sanki üstünüzdekilerden bir stil önerisi çıkarımında bulunacak gibi.
Bunlar genelde biraz "flörtöz" olur. Bu laf da çok "ecnebi" havasında ama tam olarak böyle. "Boncuk dağıtma"yı çok severler. Yani evet zekidirler, hatta genelde ailelerine de bağlıdırlar. Ama sizle ciddi bir şey düşünme yoluna girmemeyi tercih eder ve sadece kimi ne kadar etkiledikleriye meşgul olur, arkadaşlarıyla bunun muhabbetini yapar gülerler mesela.
İçine girdikleri ortamda dikkat çektiklerini anladıkları anda radarları açıp "kim beni fark etti" diye düşünerek bir taramaya başlarlar. Sizi yakaladıklarında bir şekilde o dikkati üzerlerinde tutmanın yolunu ararlar. Kalabalık ortamlarda bile.
Oyunları severler böyle. Genelde fazla zekidirler. İyi espri yaparlar. Gülerseniz tekrar edebilirler. Gülmezseniz güldürene kadar denerler.
Hala gülmüyorsanız mı? O kısmını bilemem. Öyle bir kız henüz görmedim.
İşte bu adamlarla ilgili hayal kurmak bile genelde saçmadır. Kız milleti olarak sadece etkilendiğimizle ve bu tipleri bile değiştirebileceğimize inandığımızla kalırız. Ama olmaz. Onların hayata ve ilişkilere, birilerinin duygularının sorumluluğunu almaya dair düşüncelerini sıfırlatacak birileri olacaktır illa, biz de o mucizevi insan olacağımıza inanırız. Ama genelde olmayız. Sonunda sadece üzüldüğümüzle kalırız. Çünkü o zaten hiçbir şeyi önemsememek, hatta fark etmemekle meşguldür. Genelde yakışıklı da olduğundan böyle şeyleri düşünmek yerine gider saçlarını kabartır, bir Jon Kortajarena değildir belki ama yine de kendi çapında dikkat çeker zaten. Evet, Kortajarena'ya takılmış olabilirim. Ama şimdi Allah için...
Neyse.

İkinci tip. Huzur veren adam.
Bu adamların en tipik ve ilk dikkat çeken yönü yakışıklı olmamalarıdır. Hatta çoğunlukla sokakta görseniz tekrar dönüp bakmanızı gerektirmeyecek kadar sıradandırlar. Belki de bu sebepten olsa gerek, iyi bir fizikle gelen hiçbir "özgüven", ya da direkt, kibir kavramıyla ilişkilendiremezsiniz onları. Adamlarda dert, tasa yoktur. Belki üstlerine başlarına dikkat ederler, ama yukarıdaki tip kadar takıntılı değildirler. Bazen aynı gömleği 4 gün üstüste giyerler. Bazen sokağa parmak arası terlikle çıkarlar. Bu kadar abartma cesaretini nereden bulurlar bilmem ama nasıl göründükleri onları çok da ilgilendirmez yani. Bu yüzden genelde sizin nasıl göründüğünüz de karizmatik erkek tipindekiler kadar bağlamaz onları.
Bu adamlar da zeki olabilir. Zeka sadece karizmatik olana özgü değil tabi. Bunlar da çok iyi okul ve bölümlerde okuyabilir. Hatta bazen karizmatik olan erkeklerden çok daha başarılı olurlar. Bazen değil, çoğunlukla diyelim hatta.
Bu adamlar fazla düşünceli olur. İşte burada ayrılırlar karizmatik hemcinslerinden. Fazla nazik, nasıl davranmak ve konuşmak gerektiğini daha iyi bilen tipler olurlar. Bir şey söylediğinizde unutmazlar. Kardeşinizin de onlarla aynı okulda okuduğunu söyleyin mesela, aylar sonra tekrar karşılaşsanız "kardeşinin okul durumu nasıl gidiyor?" diye sorarlar. Aynı okulda olduklarını hatırladıklarını söylerler. Hatta "isterse şu hazırlık notlarımı vereyim, iyi çalışmıştım zamanında" bile derler.
Bunlar sizi güldürmek için çok kasmazlar. Zaten karizmanın tehlikesi, bu tipin verdiği huzurla kıyaslanmaz ve bu tip ne söylese gülmeye dünden hazırsınızdır. Çünkü karşıda tuhaf ve hesapçı bir adam olmadığını bilirsiniz.
Kendinizi yanlarında iyi hissedersiniz. Ama tam da birinci sınıfta başımdan geçen o olay gibi, şunu düşünmeden edemezsiniz...

Birinci sınıfta çok çok güzel bir sınıf arkadaşım vardı. Zamanla alışsam da o güzelliğe, ilk günlerde beni bile heyecanlandırdığını, onunla tanışmak ve muhabbet kurmak istediğimi hatırlıyorum. Güzellik tuhaf şey yani, sadece erkekleri etkilemiyor, itiraf edeyim milyonlarca diğer hemcinsim adına. Bu arkadaşımla zamanla muhabbetimiz ilerledi. Kendisi 1.sınıfın ikinci dönemi civarı bir gün gelip bana bir konuda akıl danıştı.
Okulumuzda onun peşinden çok koşmuş, ve bu karizmatik değil de, huzur veren tipe giren bir çocukla arasında bir şey olmak üzereydi. "Şimdi karar vermem gerek, ya ciddi bir yola gireceğiz ya da ondan daha iyisini bulurum, daha sadece 1.sınıftayım diye düşünüp başlamadan bitireceğim, sence ne yapmalıyım?" demişti.
Benim verdiğim cevabı merak edenleriniz çok olmayacak muhtemelen, o yüzden oraya giremeyeceğim. Ama işte bu huzur veren erkeklerden genelde tam anlamıyla emin olamayız. Çünkü illa daha iyisi, illa yakışıklısı, ne bileyim işte daha zeki, daha şu, daha bu birilerini bulabileceğimizi düşünürüz. İlla erkeklerde yok yani bu dış görünüş takıntısı. Biz kızlar genelde kişiliğe görüntüden daha çok baksak da konu biraz ciddileşince "acaba"larla dolabilir aklımız.

Şöyle can sıkıcı bir durum vardır ki karizmatik erkekler genelde 30 yaşından önce evlenmez. O da herhalde artık küflenmeye başlayacaklarını düşündüklerinden o yaşa kadar sadece gezip eğlendikleriyle, etkiledikleri insan sayısını hesaplamalarıyla kalır giderler. Huzur veren adamlar ise kendileri gibi huzur verecek, iyi anlaşacak birini bulduklarında ellerinden de geliyorsa ciddi bir yola girmeyi tercih ederler. Adamların zaten oyun oynayacak hali yoktur. Kafalarında öyle şeyler dolanmaz.
Yine de kadın milleti illa ki biraz burnu sürtülsün ister herhalde. Biraz acı çekmeden, biraz imkansızı imkana dönüştürme hayalleri kurmadan, biraz yıpranmadan ikinciyi istemezsin. Bazen öyle olur ki ikincide bile karizma, huzurun önüne geçer. Hatta üçe gitsen orada da. Hata yapmaya doymazsın. Gerçi ne demişler, tekrarlanan hata, hata değil, bir seçimdir. İşte öyle.

Bunları niye yazdığımı unuttum, o kadar uzun tuttum ki. Bazen kozmetikten bahsetmekten sıkılıyorum sanırım, bu yüzden de uğramış olabilirim aylar sonra buraya.
Ama anlaşılan o ki, kafamda kimi nereye oturtacağımı bilmediğim, neyi istemek gerektiğinden emin olmadığım bir dönemdeyim. Bir de hani yazılan kişi ve zaman geldiğinde tereddütlerim olmadan göçüp gidecek miyim ana evimden, onu düşünüyorum bazen. Bazen çok insan tanıyınca böyle kıyaslamalara gidiyorum. Hangisini istemeli insan? Hala emin değilim.
Ama görüyorum. Karizma çok bir şey kazandırmıyor. O adamların hayal kurdurdukları kızların sayıları arttıkça onların da +30dan sonraki evlilikleri çok da hayırlı ve istikrarlı olmuyor gibi görünüyor.
Yani belki de özetle, durun beyler. Allah'ın verdiği şey sizi bu kadar değiştirmesin. Görünüşünüz bazen size bir sınav olabilir. Bunu yazana kadar kafamda bile yankılanmamış böyle bir görüş, ama aynen öyle. Herşeyin hesabını vereceğiz ya, belki bu da büyük bir şey olacak. Yaratılırken bahşolunan şeylerle ne yaptın? Kibire kapıldın mı yoksa tevazunu kaybetmeden sürdürebildin mi hayatını, bunun hesabını vereceksin.
Biz kızlar genelde salağız. Evet bunu böyle açık söyleyebilirim. Bazen hataları seçimlere dönüştürmekte ve seçimlerimizde tekrara gitmekte ustayız mesela. Ama sen dur, kendi elinle yapmadığınla başkasına o kadar zarar verme.
Bana da daha fazla yazdırma. Bırak karizmanı kenara. Tarkan'ın dediği gibi, vereceksen huzur ver sen de. Hemcinslerinle ayrımcılığa gitmemize neden olma.

O kadar.

5 Ocak 2014 Pazar

Nasıl Olmuş: One Direction - Midnight Memories

Merhaba millet! Konumuz başlıktan anlaşılacağı üzere One Direction ve son albümleri Midnight Memories.



Şimdi bu albümün çıkış tarihini hiç hatırlamıyorum ama yakın olduğu kesin(imsi). Yılbaşı civarıydı diye tahmin ediyorum. Neredeyse yıl önce yazdığım şu yazıdan hatırlarsanız ben de One Direction dinleyen, ama dinleyenlerin büyük çoğunluğunun aksine akıl sağlığı yerinde olanlardanım. Take Me Home adlı albümünde çok sevdiğim bir sürü şarkı olması üstüne bu albüme de bir göz atayım dedim ve şu an neredeyse bir haftadır albümün tamamını hatmetmiş durumdayım. Hangi şarkıların klipleri olduğunu da yavaş yavaş çözüyorum.

Öncelikle şunu söylemem gerekir, şarkılar güzel ama albüm bence Take Me Home kadar hoş olmamış. Zaten herkesin de her yeni albümünde daha iyi şeyler çıkarmasını beklememek lazım. Mesela bana "Loved You First", "Summer Love", "Last First Kiss", "C'mon C'mon" tadında şarkılar lazımdı ama bulamadım bu albümde. Hatta durmadan dinlememe rağmen sıkılmadığım sadece iki şarkı var. Şu an mesela ikisinden birini artık kafayı sıyıracak kadar dinlemiş olmama rağmen yine dinlemeye devam ederken yazıyorum bunları. Birazdan burada siz de görecek ve vaktiniz varsa dinleyeceksiniz.

Albümü dinlerken dinleyip geçtiğim çoğu şarkı aklımda kalmamıştı. Bu iki favorettimden biri olan "Story Of My Life" ise videosu olduğunu da daha sonra görmem ve onu da beğenmem üstüne canını çıkaracak kadar dinlediğim iki üç şarkıdan biri oldu.


Şarkıda neden bahsettiklerini hala anlamadım, başta aşk şarkısı sandım, sonra videoda kardeşleri, anneleri görünce bir "hönk??" dedim. Her kime hitap ediyorsa artık, yine de ısrarla dinlemeye devam ediyorum.

Fakat ilk favorilerimden biri albümün açılış şarkısı olan "Best Song Ever"dı. Aslında taaa Temmuz'da videosu çıkmış olan bu şarkı, iki gün kadar benim modumu yükseltmeye tek başına yetecek kadar güzel geldi. Hala da dinlediğimde oldukça eğlenceli bir ruh haline bürünmekteyim.


Sonra şu anki noktaya geldik ve benim albümden en favori şarkım ve çok sevdiğim bir şarkı daha kaldı. Diğer 13 şarkı kendi aralarında denk geliyor, nefret edecek derecede saçma bulduğum bir tanesi hariç.

İşte nefretlik dediğim şarkı ve albümü sektirmeden dinlerken kendisini ısrarla atladığım şey budur. "Alive".


Şarkıda özetle "ne halt yersen ye, yaşadığını hissettikçe ne önemi var eaaah salla gitsin" diyor. Bu "olmaz olsun böyle hayat felsefesi!!" dedirten duruşuyla nefret edilmeyi hak ediyor zaten.

Bunu geçersek yine modumu değiştiren ve çok sevdiğim şarkılardan biri nakaratta avazımız çıktığı kadar bağırarak "AY DON KER VAT PİĞPIL SEY VEN VİR TUGEEEEDA! YU NO AY VANI Bİ DI VAN TU HOLD YU İN YOR SLİĞĞĞPP" diye eşlik ettiğimiz "Happily" şarkısı. Bunu cidden çok seviyorum.




Efendim geliyorum albümde en en en sevdiğim, bana beni anlattığını düşündürdüğüm, "işte ben bir şarkı yapsam, sözleri böyle olurdu" dememe neden olan o şarkıya...

Şimdi en iyisi hemen gelmeyelim. Şarkıya gelmeden önce söylemem gereken, iki gün kadar önce D&R'da albüme elim gittiği fakat biraz uygun fiyatlı albümler yerine standart 29 lira kategorisine girdiğini görünce "sokağa atacak kadar param olduğunda gelir alırım" dediğim. Evet, albümü parasını verecek kadar beğendim, bir haftadır sömürdüm resmen, ama dediğim gibi, bana göre bir "Take Me Home" değil. Burada bahsettiklerim dışında hoşuma giden "Half a Heart", "Little White Lies" ve "Better Than Words", bana göre bir "They Don't Know About Us", "Nobody Compares", "She's Not Afraid", "Loved You First" ve daha nicesiyle çok sevdiğim o albümü unutturmadı. Evet belki bir "Strong" ile çoğunu tek başına temsil etti ama yine bir tane iyi şarkıyla bir sürü iyi şarkının kapışması çok da hoş olmaz takdir edersiniz ki.

Yine de "sokağa atacak kadar param olduğunda" ufak albüm arşivime katılacaklar arasına girdi Midnight Memories. Bu yazı da size albümün en müthiş şarkısıyla veda etsin.


DİNLEMEYEN BİR DAHA BLOGUMA GİRMESİN ARKADAŞLAR. RİCA EDİYORUM!!

Kalın sağlıcakla. Sallanın salıncakla.

3 Ocak 2014 Cuma

Nasıl Olmuş? : Walter Mitty'nin Gizli Yaşamı


Efendim bugün vizyona girdi Walter Mitty, nam-ı diğer Voltır Miti'nin Gizli Yaşamı. Ben de geçenlerde IMDB'de karşıma çıkması, Kristen Wiig'in rol alması ve hatta Forrest Gump'la hangi açıdan olduğunu hatırlamadığım şekilde kıyaslanarak bir tutulması sebebiyle, uzun zamandır da sinemaya tek başıma gitmemiş ve 3 haftalık full time iş maceramı sona erdirmişken Marmara Forum Cinemaximum'un yolunu tuttum ve filmi vizyona girdiği ilk günden öğlen 2 seansıyla izlemiş oldum.

Ben Stiller'ı muhtemelen Zoolander'dan sebep hiç sevmem. Belki başka hiç filmini izlememişimdir ama bir filmiyle zamanında soğuyunca zaten kendisini bir daha görmek istemedim. Yine de içimde bir şey beni dürttü ve bu filmi görmek istedim. IMDB'deki 7.7lik puanına bakınca film bittiğinde aldığım hazdan çok daha fazlasını alacağımı düşünmüştüm ama yine de verdiğim paraya değmediğini iddia edemem. (Sinema biletine kolay kolay 16 lira vermem, veriyorsam değmeli)

Olay filmin adından da anlaşılacağı üzere filmin ana karakteri Walter Mitty'nin tuhaf hayatını konu alıyor. Mitty, Amerika'nın meşhur LIFE dergisinde çalışıyor ve birden derginin kapatılacağı söylenerek bir sürü kişi işten çıkarılıyor. Dergide kullanılan fotoğraflardan sorumlu olan Walter, derginin ünlü macera ve doğa fotoğrafçısı Sean'dan basılacak olan son derginin kapak fotoğraflarını posta olarak aldığında postada Sean'ın kapak için önerdiği ve derginin kapatılmadan önceki yönetiminin de uygun gördüğü ama görmeden önce incelemek istediği fotoğraf, postadan çıkmıyor. Tabi Sean macera peşinde olduğundan öyle Facebook'la, Watsapp'la uğraşacak adam da değil, Walter da fotoğrafı bulmazsa dergideki 16 yıllık geçmişine rağmen işten atılanlar arasına girecek. Başta Sean'a uzaktan ulaşma yolları arasa da işyerinden hoşlandığı arkadaşı Cheryl, "neden sen de Grönland'a gidip Sean'ı bulmuyorsun? Fotoğrafı ona orada sorarsın" önerisi üstüne Walter da oldukça sıradan olduğunu düşündüğü ve aniden ayak üstü dalıp giderek hayallerle doldurduğu hayatında bir kez de bir maceraya çıkmış olmak, ve tabi ki en önemlisi de işini kurtarmak için düşüyor Sean'ı aramanın peşine...

Film hem komedi, hem macera, hem dram, hem romantik olmuş. Açıkçası izlediğim onca filme rağmen herhangi bir şeyle kıyaslayamayacağım ya da benzetemeyeceğim ama iddia edildiği gibi bir Forrest Gump olmadığı kesin. Forrest Gump'a göre fazla "uçarı", fazla "çağdaş" ve kesinlikle çok daha az duygu yüklü. Yani o filmi izlediğimde sonlarında ağladığımı, jenerik geçmesine rağmen hala hüngür hüngür devam ettiğimi biliyorum. Ki sinema tarihinin en güzel, en duygulu ve aynı zamanda eğlenceli filmlerinden olan Gump'la sadece bu filmi değil, herhangi bir filmi karşılaştırmak çok anlamsız. Ama bu haftasonu güzel bir film görmek, biraz gülmek, biraz da ufak bağlantıları bir araya getirerek zeka kırıntılarını toplamayı isterseniz verdiğiniz paraya ve harcadığınız zamana değebilecek bir film "Walter Mitty'nin Gizli Yaşamı". Özellikle de uğruna bütün bir film izlediğimiz o son sayının kapak fotoğrafı gerçekten onca arayışa, üstünde verdiği mesajla anlam katmış.

Merak edenler ve henüz fragmanı izlememiş olanlar için:


Hiçbir şey olmasa Ben Stiller'a olan antipatiniz yok olur, Adam Scott'ın o takma ötesi duran sakalına bakar bakar, tutup kenarından çekip suni çim gibi duran o sakalı suratından çıkarmak istersiniz. A sonra bir de o çöpçatanlık sitesi var tabi, film boyunca yakanızı bırakmayacak ama olmadık yerde çıkıp güzelce güldürecek.

Şimdiden iyi seyirler!