17 Eylül 2014 Çarşamba

Yeni bir Aşk: M5-V

Tam da dün Antalya havaalanı iç hatlardan İstanbul'a dönmeyi beklerken, bekleme bölümündeki D&R'a yönelmemle Adam Levine'in o iç gıcıklayan sesinden, bilmediğim bir şarkıyı duymam bir oldu. Belki de yıllardır hayal ettiğim o meşhur film sahnelerinden biri olan, fazlasıyla heyecanlı ve ani bir ilerlemeyle satış danışmanına "şu anda çalan albüm vıdı vıdının mı?" diyen, o müzikseverliği takdire şayan kızın oynadığı sahnedeki, o takdire şayan kız oldum sonunda. Muhtemelen anlamadınız ama önemli değil. Özetle, sesi duyar duymaz tam da bugünlerde internete düşmesini beklediğim albümün, interneti geçip yurdum raflarına bile geldiğini duymam bende çılgın bir mutluluk ve heyecan yarattı.

Son senelerde yıllardır ne yapsa heyecanla dinlediğim ama albümlerinden bir türlü istediğim zevki alamadığım bir sürü grup ve şarkıcı var. Bu yüzden Maroon 5'ın yeni albümü V için de çok umutlu değildim. Her ne kadar single olarak piyasaya önden sunulan Maps ve It Was Always You'yu çok sevmiş olsam da albümün devamının bu iki şarkıya denk gelmeye çalışan başka bir sürü şarkıdan oluştuğunu tahmin ediyordum.
Ki...

Maroon 5, benim Dance eğilimli Pop-Rock sever gönlümü mutluluktan coşturan bir albüm yaptı.

Albümü Maps'ten başlayarak dinlediğimde, ilk defa duymama rağmen hiçbir şarkıdan sıkılmadım. Hatta ilk defa duymama rağmen bazı şarkıları biter bitmez başa aldım. Bu nasıl bir şey böyle? Daha sadece bir günü beraber bitirdiğim albümden şimdiden 3-4 favorim var. Azılı favorilerim hatta. Şarkıları albümden, bilgisayardan, somutlaştığı yerlerden bir şekilde çıkarıp, peluş oyuncaklarmış gibi öldüresiye sarılmak istiyorum. Böyle bir coşku tam olarak.

Mağazada duyduğum şarkı aklıma kazınan ve bir günde deli gibi sevdiğim 4-5 parçanın ilki. Animals.


Ardından, benim gibi duygusal şarkılardan nefret eden birini bile sıkmayacak, "Unkiss me, untouch me, untake this heart..." diye giden o güzel, slow parça geliyor.

"Slow parça" lafından da nasıl nefret ederim, belli değil.



Sonra, şu an için albümdeki en favori parçam New Love var. Bu kadar sevmem üstüne bir de şarkıyı yazan ekipte  (One Republic solisti) Ryan Tedder'ın yer aldığını görünce hiç şaşırmadım. 
Beni fazlasıyla iyi tanıyanlar bilir, en sevdiğim iki gruptur Maroon 5 ve One Republic. Ve bu iki grubun M5'ın son iki albümünde birkaç şarkı için ortaklaşa emek vermesi beni ayrı bir mutlu ediyor. Ben onları seviyorum, onlar birbirini seviyor, "If I ever let you down... If I ever let you down... 
Forgive me!" diyen bu güzeller güzeli Yeni Aşk ortaya çıkıyor.
Hem de yepyeni, 1 günlük bir aşk.


Sonra Adam Levine, bu albümün genelinde olduğu gibi o meşhur kafa sesini sonuna kadar kullandığı Feelings ile volümü biraz daha arttırmaya teşvik ediyor.


Albüm, grubun Gwen Stefani ile yaptığı düetle sona eriyor.


Gwen Stefani ablamızı şahsen sevsem de (sanki nerden tanıştım da...) şarkılarına bayılmam. Burada da gayet bayık bir düet yapmışlar ama çekilmez olmamış en azından. Stefani-severleri yeterince çekmiş olabilir.

Albümün deluxe versiyonunda fazladan 3 şarkı daha var ama bu sefer öncesinde internetten indirip, albümü sonra almak yerine, direkt albümü aldığım için o şarkılarla ilgili henüz hiç fikrim yok. Ola da bu albümden sıkılmayı becerirsem, onları da bir şekilde dinlerim.

Ama sonunda, hiçbir şarkısından sıkılmayıp, yarısına bayıldığım, bittiğim bir albüm olmuş. Şu şarkı söylemeye hasta ruhum, Maroon 5 yeni albüm çıkardıkça seviniyor. Çünkü yeni Maroon 5 şarkıları demek, benim kendi kendime yaptığım kayıtlar repertuarına yeni şarkılar eklenmesi demek.

Özetle: Maroon 5, harika bir V. yapmış. VI'ya kadar içimiz rahat bekleyebiliriz, bu şarkılar bizi uzun süre götürür.

15 Temmuz 2014 Salı

"You and Me Alone, Share Simplicities..."

Kings of Convenience'ın şarkıları asla eskimez. Kim bilir kaç sene önce tanıştığım ikilinin kim bilir kaçıncı kez dinliyordum "Know How" adlı şarkısını ve başlıktaki satırdan yola çıkarak ara ara fark ettiğim bir şeyi yazıya dökmek istedim.
En saçma ve "başkası bunu yapmıyordur" dediğiniz şeyleri yapan insanları bulduğunuzda "tamam, bu benim "ruh ikizim"" dediğiniz oluyor mu? Oluyordur tabi. Kafanızda zaten büyütmeye dünden hazır olduğunuz birinin sizin gibi bir maden suyu delisi olduğunu öğrenmek size fazla heyecan veriyor olabilir. Ya da beyninizi yormaktan başka bir işe yaramayan, yolda yürürken plakalarda gördüğünüz sayıların üçe bölünme kuralına uyup uymadığını sizinki gibi bir takıntıyla hesaplayıp duran birileriyle tanışabilirsiniz. Ama bu, 500 Days of Summer'da dediği gibi, "saçma sapan şeyleri yapmayı ikinizin de seviyor olması sizin birbiriniz için yaratıldığınız anlamına gelmez". Bazen kabullenmek zor gelir ama öyle.
Çok tuhaf şeyler yerine, erişmesi ve karşılaşması daha kolay zevkleriniz olabilir. Deniz kenarında yürümek, ya da çay içmek gibi. Hatta belki ahlaki yargılarınız uyar sadece, dünyevi zevkleriniz örtüşmeyebilir. Kendi içinizde kendisiyle ortak zevklere sahip insanlar olup, birbiriyle sadece gülmeyi seven insanlar da olabilirsiniz. Yani, neden sizin yükseleniniz kova diye onunki de kova olsun, ya da neden anneleriniz aynı yaşta diye birbiriniz için mükemmel olasınız?

Daha da yazasım gelmedi. Sadece şunu söylemek istedim, olmayacak ortak noktalardan devlerin aşkının çıkacağını hayal etmek yerine, genele bakın. Ve As Good as it Gets'deki o muhteşem repliği, gözlerinin içine bakarak tekrar edeceğiniz insan değilse karşınızdaki, belki de klonunuz olması bile yetmeyecektir.
"Bende daha iyi biri olma isteği uyandırıyorsun"

Boşverin "ruh ikizi"ni bulmayı falan, onlar hep Yunan mitolojisi uydurmaları. Sorun bir ara, deyişin nasıl çıktığını da anlatayım.

Sevgiler.


20 Haziran 2014 Cuma

Dün Gibi

3 hafta kadar önce, çok istediğim okula doğru yol alırken aklıma geldin. Bindiğim otobüsün geçtiği yol üzerinde bir tır gördüm. Üzerinde "SAKA" yazıyordu. Bir dış ticaret ağıymış.
S harfi kuğu gibi tasarlanmış. 14-15 mayısı içine alan, 14 sene önceki o haftasonuna gitti kafam. Elinde kara kaleminle o saman kağıtlara çizdiğin kuğu ve mobilya fabrikamızın markası, SONA'nın yeni logosunu gösteriyordun bana. Hani kuğunun gagası kırmızı, harfler beyaz, zemin lacivert olacaktı. "Bak, nasıl, güzel olmuş mu?" demiştin.
Sen yapardın da güzel olmaz mıydı baba? Sen çizerdin, sen tasarlardın da güzel olmaz mıydı? 8 yaşındaki Bengisu neyi, ne kadar anlasındı ki? Ama sorardın işte. Tek kızındı sonuçta. Evladındı, gelecekte senin gibi bir mobilya tasarımcısı olacağına inandığın.
Gözlerim dolmaya başladı bunları hatırlarken. Yüzümde, senden aldığım genlerden kalan o sivilceye meyilli cildime misafir olanların izlerini kapatmak için sürdüğüm şeyler, üzerinden geçen göz yaşlarımla yol yol silinir, yüksek lisansa başvurmadan önce bilgi almaya gidiyorum, aman "karizmam çizilmesin" diye parmaklarımdan atlatmaya çalıştım gözyaşlarımı. Durdurmaya çalıştım kendimi.
Sonra bir de baktım ki, son bir yılda içimde senden kalan ama benim farkında olmadığım bir uğraşa girmişim. Sen iktisat bitirip, rızkına faizlerle elde edilen şeyler karışmasın, helal olsun kazancın diye bankacılık yapmamışsın. Ben de manevi yönü olmayan, çok dünyevi şeylerle ilgilensem bile, içten içe hep hesaplaşmışım kendimle, "bu doğru mu?" demiş ve zor olsa da sonunda "akademisyen olacağım ben, o zaman ilk adım yüksek lisans" diyerek çıkmıştım o gün o yola. Nasıl güzel bir yüreğin varmış, senin yarın kadar olamadığına inandığım ben bile nasiplenmişim çok şükür.
Ertesi hafta başvuru dosyamı bırakmaya gittim. Döndüğümde akşam saatleriydi ve abim aylar sonra Ankara'dan geldiği, ertesi gün tekrar döneceği için "hadi hep beraber yemeğe çıkalım" diye ısrar ettik anneme. Annem sevmiyor evden çıkmayı pek ama o kadar zorladık ki sonunda çıktık o akşam. Aylar sonra tekrar bir şeyler yaptık hep beraber (ama sensiz).
Ve o gün senin 55.doğumgününmüş. Ben başvurumu o gün yapmışım, biz yine o gün bir anı edinmişiz. Ve o günden 55 sene önce sen doğmuşsun. 14 yıldır ise o günlerde sen yokmuşsun.

Ertesi hafta, en son gittiğimde senin hala hayatta olduğun Ankara'ya gittik abim için. Sen, küçükken çok tembel diye kızardın ona. Bu sefer törenini görelim diye gittiğimiz o en büyük oğlunun sadece bölüm bile değil, fakülte birincisi olduğunu biliyor musun? Bilmem, belki de görüyorsundur, ya da haber veriyorlardır. Bilmem bunlar önemli mi ama hayatta olsan çok gurur duyardın.
İlk o çıktı sahneye, bir grup diğer birinciyle beraber. Odeon tribünlerinin en yukarısından inip, sahneye çıkana, birincilik hediyelerini alıp yerine geçene kadar durmadı gözümden akan yaşlar. Onun verdiği gurur ayrı, senin yokluğunun yarattığı o boşluğun büyüklüğü ayrı, mutlu muydum, içim mi yanıyordu bilemedim.

Şimdi Ramazan çadırı kuruyoruz o yüksek lisans için başvurduğum okulda düzenlenecek şekilde. Konuşmacılar çağıralım dendi. Aklıma Mevlana İdris amca geldi. Hani en son Kozyatağı'ndaki evimizde konuk etmiştik onu, Ahmethan amcaları ve ailelerini. Hayal Dükkanı ve Tehlikeli bir Kipat adlı kitaplarını hediye etmişti benle abime. Hatırlıyorum nedense, ezbere bilir gibi aklımda kalan, kısacık bir cümlesi vardı. "Keşke atılan her kurşun, atana geri dönse, ve ölmese masumlar" diye giden. Hiçbir şeyle ilişkilendiremedim aklımda bu kadar iyi kalmasını, ama hatırlıyorum, sen de oradaydın o akşam. Ne güzel gülüyordun baba. Hala hatırlıyorum.
Mevlana amcama ulaştım birkaç saat önce, internet nasıl büyüdü gitti sen gideli, anlatamam. Düşünsene, en son 17 yıl önce gördüğün insana nasıl ulaşacaksın hemen? Ulaştım işte. Sağolsun, o da hemen ilgilendi. "Nasılsınız hepiniz?" dedi. İçim yine acıdı baba. Biliyorum çünkü böyle yıllar sonra seni bilip bize bu soruyu soranlar hep, "neler yaptınız yokluğunda?" diyorlar o bir kelimelik sorunun arkasında. Anlatıyorum, "çok şükür çok iyiyiz" diyorum ben de. Başım ağrıyor bunları yazarken, çünkü daha ilk cümleden ağlamaya başladım klavye başında. Hani senin on parmak bildiğin, gözlerini bozmasın diye ekranının parlaklığını düşürdüğün o bilgisayarlardan birinde, elimden geldiğince hızlı yazmaya çalışıyorum. Bir şeye yetişir gibi. Ne olduğunu bilmiyorum.

Deseler "14 yıldan fazla olmuş be kızım, insan çoktan unuturdu...". Unutmuyor işte. Yıllar sonra adını söylediğinizde arkasından hemen "çok iyi adamdı" denen baba unutulmuyor. Amcam geçenlerde gençlik fotoğrafını paylaşmış, vefatınla ilgili birşeyler eklemiş yanına. Gençlik fotoğrafı dediğime bakma, sen yaşlanmaya fırsat mı buldun ki? Kalemliğimde vesikalığını bulan tarih hocam "bu kim?" dediğinde, fotoğraftaki adamın babam olduğuna inandıramamıştım. "Ne kadar da gençmiş" demişti. Bilmiyordu çünkü bunu söylediği zamanlardan çok önce veda ettiğini bize. "Evet, öyleydi" demiştim. Benim üniversiteli sevdiceğim sandı seni herhalde. "Babasıymış, biz de inandık" der gibi bakıyordu çünkü bana.

Onu fark ettim, sen vefat ettiğinde doğanlar bu yıl liseye bile başlayacak yaşa geldi. Sen gideli, çok, çok fazla zaman oldu. Çok fazla güzel şey oldu, hiçbirini sana anlatamadım. Rüyalarıma bile gelmedin uzun zamandır, başka nerede, nasıl karşılaşalım?
Çok özlüyorum inan, hala hayattaymışsın gibi çok çok seviyorum seni.

Aklıma her geldiğinde, kafamda yankılanan onlarca cümleden sonra ettiğim dua, "Allah mekanını cennet etsin, bize de orada kavuşmayı nasip etsin".
Amin.

29 Nisan 2014 Salı

"Kızım Var Ya, Babayım Ya Artık, Ondan..."

   Bugün üniversite hayatım boyunca en sevdiğim hocamın bir konuda danışmanlığını almak üzere Marmara Üniversitesi'ne gittim. Hocamı benim pek "bayıldığım" okul hayatımı bilenler illa duymuştur benden bir şekilde, adı Phillippe. Kendisi Fransız. Bana insanların neden sosyoloji okuduğunu varlığıyla cevaplandırmış, derslerine düzenli katılmaya heveslendirmiş, durmak bilmeyen muhabbetiyle, piyasadaki her filmi izlemesi, ders anlatırken filmlerden örnekler vermesiyle, sınıfa girip, derse başlayana kadar kulaklıklarını çıkarmadan ders aralarında müzik dinlemesiyle, çoğu açıdan kendime benzetip, "işte benim erkek ve hoca olmuş versiyonum" dememe neden olan, derin bir sevgi ve hayranlık duyduğum hocam bu adam.
    Bugün 2 saat kadar bir süre sohbet edip, okuldan beraber çıktık ve Kadıköy'e gitmek üzere bir otobüse bindik. Bilenler bilir, Göztepe kampüsüyle Kadıköy iskele arası çok uzun bir mesafe yok, ama sohbet etmek için güzel bir fazladan süre tanıyor diyebiliriz. O iki saat içinde konuşma oradan oraya atlarken otobüse binip oturduğumuzda eğitim hayatıma Romanya'da başlama nedenimle Romanya'dan ayrılma nedenimizi anlattım. "Babam vefat edince döndük" dedim. "Çok üzüldüm, ben hep bundan korkuyorum" dedi.
-Kaç yaşındaydın baban öldüğünde?
-Daha dokuz bile değildim.
-Çok küçükmüşsün bak. Benim de bir kızım var. Sekiz yaşında şu an. O dünyaya gelene kadar hiç düşünmezdim böyle şeyler, ama şimdi o var ya, ölmekten sırf onu babasız bırakırım diye korkuyorum.
-Aslında ilginç bir şey daha var, benim babamla sadece 1 tane fotoğrafım var. O da 1.yaş günümden. Hani filmlerde görürsünüz ya, sanki hiç olmamış gibi. Şimdi kaç baba-kızın o kadar az fotoğrafı vardır beraber? Bizim öyle işte. Sadece 1 tane. O da sadece bir tane var basılmış. Onu da kaybetsem hiç yokuz.
-Bir mi? Bir de bana sor. Sence kaç tane vardır kızımla fotoğrafım?
-Bence sayı veremeyeceğim kadar çoktur.
-Belki sekiz, belki de on bin kadar. Bu da normal değil. Kimse kızıyla binlerce fotoğraf çektirmiyor. Ama ben ben bir gün gidersem sanki ölmemişim gibi herşey arkamda kalsın istiyorum. Kendisini ben ölmüşüm gibi hissetmesin. Mesela bir yere gezmeye gidiyoruz, bir yerlere yemeğe çıkıyoruz, hep bir sürü fotoğraf çekiyorum. Arkalarına o gün ne yaptığımızı yazıyorum fotoğrafların. Konuşurken komik bir şey söylüyor mesela, hemen not alıyorum, o günkü fotoğraflardan birinin arkasına yazıyorum onu. Bunları bir günlüğe yerleştiriyorum. Böylece her fotoğrafı çevirdiğinde arkasında o fotoğrafın çekildiği gün olanları okuyacak. Ben ölürsem bunlar kalacak ona ve benim gittiğimi düşünmeyecek hiç. Belki bu bir takıntı, belki bu kadar çok düşünmek normal değil, ama kızım var ya artık, babayım ya, ondan...

   Bana kaç kez sordu "sence bu bir sorun değil mi?" diye. Ben psikolog falan değilim, ben babasını yıllar önce kaybetmiş bir kızım. Geçen yıllarla kayıp alışkanlık haline gelse de, bir yanım hep eksik. Bu yüzden bana göre sorun değildi. Neden olsun ki? Bir babanın kızını bu kadar sevmesi ve paylaştıkları her ana bu kadar değer vermesi, silinip gitmesin diye karelere alması, yazılar yazması neden sorun olsun? Bir baba, baba olana kadar sıradan görmüşken hayatını, sırf artık bir kızı var diye ölmekten korkmamalı mı? Korkabilir elbet. O dünyaya gelene kadar belki de hiçbir şey hayata anlam katamamışken, hayatı kaybetmekten korkacak kadar değer verdiği, kıyamadığı bir varlığa sahip oluyor. Bir de hayat görüşü, hayatın sadece burada olduğu yönündeyken, bundan korkması çok daha normal.

   Bilmiyorum, keşke böyle babalar daha çok olsa dedim. Çok sevdiğiniz bir hocanızın bir de böyle güzel bir yönünü görmeniz onu sizin gönlünüzde daha bir derinlere yerleştiriyor. Diyor ya işte, ileride kız evlat annesi olursak böyle incelikli babaları olduğunu görmek kısmet olsun. "Kızı var ya, baba ya artık, ondan..."

4 Nisan 2014 Cuma

O Kadar Olmuş Mu?

Akşamüstü annemle konuşuyoruz. Yakın zamanda girilecek sınavlar, yüksek lisans meselesi... İnşallah güzel niyetlerim var. Derken birden ondan açıldı konu.

Tam tarih hatırlamıyorum, 2007 olabilir. Yani 7 yıl kadar önce. Dersaneye ilk kez yazılıyorum. İlk YDS denememiz. Sonuçlara bakmadan "kesin 1.benim" derken listenin başında 100 sorudan 70 net civarı yapan 3 kişi gördüm kendim dahil. Biri erkek, biri kızdı rekabeti tırmandıran iki öğrenciden. Erkek olanıyla aynı sınıfta olmayacağım için çok da ilgilenmedim ama "ben ilköğretime yurtdışında başlamış insanım, bana kim rakip çıkacak?" diye düşünüp, yolun en başından beni uğraştıracağını fark ettiğim o kız öğrenciyi merak ettim.
Sınıflar yerleşti. Kimin hangi kademeye gireceği belli oldu. Çok geçmeden tanıştım onunla. Bilmem nasıl oldu ama bir gün benim sevdiğim şeyleri not aldığım ve dosyaladığım klasörümde notunu tuttuğum yabancı albümlerim arasında Muse-Black Holes and Revelations albümünü görünce "bana bunu ödünç verir misin?" dedi. O zamanlar 20 liraya aldığım ve hatta Muse albümünü hediye aldığım düşünülürse bana sorulmaması gereken sorulardan biriydi bu. Biraz tereddüt etsem de ertesi hafta getireceğime söz verdim.
Ertesi hafta albümü getirdim, geri getirmesini hatırlatmak için telefon numarası alışverişinde bulunduk. Çoğu hafta ben unuttum, çoğunda o hatırlamadı derken, o zamanlar ikimizin de Avealı ve 5000 sms paketi yapması sağolsun, bir muhabbet başladı.
Lise sonda aynı dersanede değildik, çünkü o Anadolu yakasında okuyordu ve orada bir dersaneye gidecek, yurtta kalacak ve ÖSS'ye öyle hazırlanacaktı. Ona rağmen sınava son 2 ay kalana kadar her sabah aynı saatlerde okula gittiğimizden bir saat boyunca otobüs yolculuklarını onunla bomboş şeylerden konuşarak geçirirdim. Keza akşam vakitleri de dünyayı kurtarmıyorduk ya, ne varsa, konuşacak ve üstüne mesajlaşacak bir şey hep bulunurdu.
Hani dostlar vardır ya ilk saçma "selfie"ni sırf beraber fotoğrafınız olsun diye çektiğin, işte onu da çektik beraber.

Ve daha güzel kareler de edindik.
Sonra biz doğumgünlerini bahane edip hediyeleştik, bazen sırf canımız istiyor diye hediyeleştik, bazen "hadi doğumgünü kutlamaz olduk ama yılda bir hediyeleşmemiz bozulmasın" dedik, hediyeleştik.
Ne zaman felsefe yapasım gelse ona sonu gelmeyen mesajlar attım. Watsapp'a bulaştım, sonu gelmeyen iletiler yazdım.
Bazen iki buluşmamızın arasına aylar girdi ama biz aradaki zamanda habire haberleştiğimizden konuşacak şey bulamadık. Tabi gündem bırakmış olmasak da illa bir konu uydurduk. O konuda yetenekliyiz.
Eminönü'nden vapura binip, karşıda inmeden tekrar döndüğümüz de oldu. ÖSS'ye az zaman kala Eyüp Sultan'a gittiğimiz de. Yeri geldi, sene 2008 ve lise öğrencileri değilmişiz gibi yemeğe kişi başı 15 lira verecek olmamıza "ay çok uygun" dedi. Hala o lafı ve fiyatı gördüğündeki ciddi yorumunu hatırlar gülerim. Sırasıyla My Sister's Keeper, Dark Shadows, Now You See Me ve birkaç filme daha gittik. Ben ÖSS'ye adam gibi hazırlanmazken o Boğaziçi diye kafasına taktığından beni mesajla bile "ne zaman çalışmaya başlayacaksın?" diye kontrol etti/azarladı. Sınav sonuçlarını öğrendiğimde ilk onu aradım, telefon başında mutluluktan ağlamakla meşguldük karşılıklı. Doğumgünleri kutladık, doğumgünü kutlamalarından vazgeçti diye "bugün sıradan bir günmüş gibi mi davransam" ikilemlerinde kaldık. Yine de o vazgeçse ben vazgeçmedim, hatta onun kadar sevdiğim başka bir arkadaşımı da aramıza soktum, 2010'dan bir anı edindik.


Yeri geldi Sultanahmet'te maneviyatı yoğun havalar içinde bol dua ettik geleceğimiz için. Hatta o gün namazdan kalkarken ucuna bastığım tuniğimi eninden yarısına kadar "CIIIIIIIIRRRRRRRRRTT" diye yırttım. "Günün maneviyatına tunik bile dayanmadı" diye tuhaf bir yorum getirdi. Yıllar geçti, hatırlar gülerim.
Ablasını ablam kabul ettim, en iyi dert dinleyen ve yorum getiren kişiydi şu ana kadar tanıdığım. Gelin olacağı zaman da "aman, o senin ablan, bana ne?" demeden sabahtan gelin evine gittim, nikahının sonuna kadar birkaç saati beraber geçirdik. O sabah çekilen aile fotoğraflarına bile dahil oldum, kendime o aile içinde illa bir yer edinecekmişim gibi.
Annemin bile yatılı misafir olarak kabul ettiği tek arkadaşım oldu. Bu büyük devrimi gerçekleştirmeye nail oldu.
Milyon tane de hayal kursam, bana -çok saçmalamıyorsam- hiçbir zaman "yapamazsın" demedi. Aksine, başkalarının yapamayacağımı düşündüğü konularda o genelde beni motive etti.
Ben savsaklasam, o beni itti.
Araya soğukluk girse de o ısrarla selam verdi.
Bir tartışma olsa sanki hayatlarımız yerle bir olacakmış gibi oturup uzun uzun konuştuk nedenlerini. Ama her zaman sonunda tatlıya bağladık.
Hayatımız birbirimizden ibaretmiş, dünyada birbirimiz kadar yakın gördüğümüz üçüncü tekil şahıslar yokmuş gibi hiçbir zaman davranmadık, ama birbirimizin önemini de unutmadık.
Yanlışlarımız varsa ve görüyorsak birbirimizi uyardık. O genelde daha ılımlı tutumlar içerisindeyken ben hep hot zot konuştum. Yine de kendimizce doğru olana teşvik ettik.
Beni çok üzen, çok ağlatan onlarca durumda hep ona yazdım, acımı onunla paylaştım. Bazen bir şey demesini de beklemedim, yalnız olmadığımı hissettirmesi bile yetti.
Ve işte, bu akşam annemle dediğimiz gibi, "şu hayatta yaptığım en iyi şeylerden biriydi onunla dost olabilmek". Bu benim elimde olmaktan çok, kısmet olduğundan olan bir şeydi ya, olsun. Şükürler olsun.

Bayram değil, seyran değil. Doğumgünün gelmiyor. Ama önemli bir gün olmasına da gerek yok bunları yazmak için. Burada olandan kim bilir daha ne kadar çoğu yaşanmıştır bu 7 yıla yakın zamanda.
İyi ki varsın.