18 Aralık 2013 Çarşamba

Hugh Jackman ve Filmleri

Merhabalar ve merhabalar efendim. Bu iki yaşından büyük blogumda birkaç parçalık "o ve filmleri" yazı dizisinin devamını getirmemiş olmaktan bir hoşnutsuzluk duyarak son iki yıldaki en büyük favorilerimden Hugh Jackman'i Hugh Jackman yapan o SAÇMA SAPAN X-Men serisi dışındaki birkaç, ve aslında sadece beş, filmini bugün özet geçmek istedim. İçlerinden bir tanesi var ki, benim hayal dünyama ve romantik komedi sever kimliğime fazlasıyla hitap etmişti.

Öncelikle Hugh Jackman takıntım ne zaman ve neden başladı bunu hiç hatırlamıyorum. Ama şunu biliyorum, Prestige muhabbetleri yapıldığında "Hugh Jackman mi, Christian Bale mi?" kıyaslaması her yapıldığında "CHRISTIAN BALE!" derdim. Bunun nedenini de bilmezdim ama şu anki tercihlerime bakılacak olursa yine aynı cevabı verebilir ama yine de Hugh Jackman'i daha çok sevdiğimi de eklerim. 

Hugh Jackman'in tanınırlığı en çok X-Men serisindeki en önemli karakter olan Wolverine'i oynamasından geldi. Ben süper kahraman filmlerini ziyadesiyle saçma bulan, tek takıntısı Batman olan biri olarak X-Men'in tek bir filmini bile izlemedim. Bana göre Hugh Jackman gibi klas bir adam, ellerini yarıp geçen çelik tırnaklarıyla oraya buraya dalacağına, duruşuna, karizmasına yaraşır roller almalıydı. Ben de bundan sebep, bir gün oturdum ve bulabildiğim Jackman filmlerini edindim. 
Karşıma X-Men ve diğer bilimum süper kahraman filmlerinde aldığı roller haricinde rolü bulunan ve başrolde oynadığı 5 tane film çıktı.


Deception, aslında ana karakter olarak Ewan McGregor'ı ele alan bir film. Saftirik bir muhasebecinin çalıştığı firmanın binlerce dolarını kendi hesabına geçirtmek, geçirmediği takdirde de bu saftirik adamın yoluna çıkan ve aşık olduğu Michele Williams'ı öldürme tehdidiyle binbir heybetini gösteren adam da bizim Jackman. Burada tabi ki sevimli bir yanı yoktu Jackman'in. Burada bahsedeceğim beş filmden en sevmediğim bu olmuştu.


Scoop, Scarlett Johansson'ın bir gazetecilik öğrencisi olarak rol aldığı ve karşısına çıkan tuhaf bir "aristokrat"la arasında tuhaf bir ilişkinin ortaya çıkışını anlatan, Woody Allen'ın yazması ve hatta içinde oynamasından da tahmin edilebileceği üzere, tuhaf bir film. Bu filme dair tek hatırladığım Jackman'in karizmasıyla bizleri vurduğu, yani adamın "vay be işte böyle adam da gördünüz mü be" dedirten karizması burada fazlasıyla ortaya çıkarılmış. Bu durumda bu saftirik gazeteci adayının bir cinayet şüphelisi bile olsa adamı arkasında bırakıp koşar adım kaçamaması açıklanabiliyor.


The Fountain dediği zaman aklıma şelaleler, "what if you could live forever?" dediği zaman da ben geliyorum. Tabi buradan ölümsüz olduğum itirafını kaptınız sanmayın, adımın anlamı da "ölümsüzlük suyu" olunca ve bu soruyu karşımda görünce bunu anımsamam çok da tuhaf olmaz. Fakat filme dönersem...
İşte hayatımda izlediğim en tuhaf, en "spiritüel", en bilim kurgu, en ilginç filmlerden biri. Öyle ki filmde karısıyla olan ufak anılarına flashbackler yaşayan bir adam, fani dünyadan göçüp gittiğinde, geçtiği diğer boyuttaki hayatı, oradaki hayatın durgunluğu, oradaki doğadan başka bir şey hatırlamıyorum. Yani "bu film neyle ilgiliydi?" dense bilmem. Zaten izlediğimde de anlamamış olmam muhtemeldir.


İşte şimdi sağlam kartlarımı çıkarıyorum ortaya...
Geçtiğimiz sene "beni sıkmayan müzikaller" listesine bir numaradan giriş yapmış, Oscar adaylıklarına doyamamış Les Misérables, nam-ı diğer Sefiller'deki Jean Valjean rolüyle hani sesine öldüm bittim diyemesem de yine oyunculuğuna hayran bıraktı Jackman. Zaten ilk Oscar adaylığını da kaptı, ödülü alamasa da. Eğer izlemediyseniz hem kadro, hem oyunculuk, hem de can sıkmayan müzikal yapabilme başarısı açısından çok şey kaybetmişsiniz. Ama geç olur, güç olmaz temennimiz daim.


İşte geldik benim favori Jackman filmime...
Leopold adındaki bir 19.yüzyıl baronu karakterini canlandırıyor burada Hugh Jackman. Baronumuz 19.yüzyıldan bir zaman boşluğundan geçerek günümüze geliyor ve tuhaf bir apartmanda Kate ile tanışıyor. Tabi Kate onun geçmişten geldiğine inanamıyor ama bir yandan da birbirlerine benzer duygular hissetmeye başlıyorlar. Sonu mutlu, güzel. Biz Jackmansevergiller bu filmde Jackman'in çizdiği o "saf aşık" tablosuna, o haliyle sevdiği kadına yaklaşımına, o baron kılığıyla saraylardan çıkmayan haline tavrına vurulduk gittik. Tabi içimizde hala bu filmi izlememiş olanlar var ki en az bir Prestige kadar görülmeye değer filmdir bu. Hatta belki bu akşamımı şenlendirebilir tekrar.
Bu özet ilginizi çektiyse üstünden yaklaşık iki sene geçmişken aklımda kalanlara rağmen heyecan yapmışsanız filmi bulun, izleyin, içlenin, rahatlayın arkadaşlar. Tavsiye benden.


Geldik son zamanların en iyi filmlerinden birine...

Bu yazıyı aslında dün gece izlediğim bu filmden hevesle yazdım. Biliyorum Hugh Jackman seven çok ülkemizde, hevesle "şu filmini gördün mü?" diye muhabbetini yapacak bir sürü insan bulabiliyoruz, ama bu film, çok iyi. Çok çok iyi. Kaçırılmayacak, yabana atılamayacak kadar.

Bir şükran günü yemeği için komşularıyla bir araya gelen Dover ailesi'nin küçük kızı Anna, misafirliğe gittikleri Birch ailesinin küçük kızı Joy ile evlerine dönüp kırmızı düdüğünü aramak için babasından izin alıyor. Babasının "gidebilirsiniz ama abin ve Joy'un ablasını da alın" demesi ve üstüne Anna'dan gelen "tamam" cevabı ile o birkaç günlük kaybolma hikayesi başlıyor.
Anna ve Joy'u ortalıkta göremeyince abi ve ablalarını yanına almadıklarını fark eden Keller (Jackman), kızını aramaya çıkıyor. Polisin hemen olay akşamı dahil olduğu aramalarda soruşturmaların istediği gibi ve yeterince efektif olarak gerçekleştirilmediğini düşünen Keller Dover, olayı kendi başına çözmeye çalışıyor. Imdb'deki açıklamasında dediği gibi, bir babanın, kızını kurtarmak için sınırları ne kadar zorlayabileceğini anlatan bu film, 2 ay sonraki Oscar'larda muhtemelen birkaç adaylığa sahip olacak. Senaryo inanılmaz, soruşturmanın başındaki dedektifi canladıran Jake Gyllenhaal ve baba rolündeki Hugh Jackman inanılmaz oynamış. Filmde senaryoyu mükemmelleştiren o kadar ufak detaylar bir araya geliyor ve sizi birkaç dakika önce gördüğünüz şeylerle bağlantı kurmaya zorluyor ki, kurguya hayran kalıyorsunuz. Gerçekten çok çok iyi.
Önümüzdeki cuma günü vizyona girecek olan Prisoners, gece geç vakitte açıp izlememe ve uykumdan fedakarlık etmeme fazlasıyla değdi. Size de sinemada görmenizi şimdiden tavsiye ederim. Hatta fragmanına da şimdiden bakabilirsiniz.


Konumuz olan Hugh Jackman'e dönersek, çok iyi filmleri dendiğinde aklıma Prestige ve Prisoners, benim en sevdiğim filmi dediğimde ise Kate & Leopold geliyor. Ben öyle Wolverine'lerle, Real Steel'larla ekran karşısında tutulacak adam değilim diyorsanız siz de benim gibi, bu üçünü hala görmediyseniz ilk fırsatta izlemekte fayda var.

Hiç yorum yok: